Blog

Silüetin Yitimi

21 Eylül 2021 Sal

“Yaratıcı yetinin bildiğimiz şeyi hayal etmesini istiyor, cömert dürtünün, hayal ettiğimiz şeyi eylemesini arzuluyoruz. Yaşamın şiirini istiyoruz.”
- Percy Shelley, Şiirin Müdafaası

“Manzara Resminin Dönüşümü” başlıklı yazı dizisinin bu üçüncü metninde, Boomoon, Olaf Otto Becker ve Charles Xelotnun Düş Suda sergisine dahil olan fotoğraflarını mercek altına almayı ve söz konusu işleri, “insansızlaştırılmış manzara” temasına istinaden kavramsal bir tartışmaya açmayı hedefliyorum.

Manzaranın insansızlaştırılması düşüncesinin tarihsel ve kuramsal geçmişini Romantik evreye götürmek, ilk nüvelerinin orada yattığını ileri sürmek, günümüz sanatının gerçekliğinde bir ayağımızın hâlâ romantik dönemde olduğunu söylemekle eşdeğerdir. Romantik düşüncenin kendini göstermeye başladığı 18. yüzyıl sonları, James Watt’ın buhar makinesinin icadına (1775) ve Sanayi Devriminin başlangıcına denk düşer. 1 Ülkelerin demir ağlarla örülmeye başlaması, hızlı sanayileşme ve fabrikalar, hava kirliliği gibi endüstriyel kapitalizmin de yükseldiği, dolayısıyla tüketimin baş gösterdiği yeni bir dönemi beraberinde getirir. Tüm bu yaşananlar, dönemin sosyoekonomik ve kültürel bağlamı da düşünüldüğünde, doğanın insan lehine kullanılmasıyla sonuçlanır. Doğa, bu yönüyle insan türünün amaçları uğruna sömürülecek bir kaynak vazifesi görür. Buradan hareketle, sanatta insansızlaştırılan manzaranın düşünsel arka planını, Spinoza’da, Hegel felsefesinde ve romantizmdeki biçim-içerik ilişkisinde aramak gerekir.

Boomoon, İsimsiz #13880, Seorak, 2010.
Düş Suda sergisinden görünüm.

Romantik sanatı ve düşünceyi etkileyen Spinozanın, Descartes’ın insanı dünyanın merkezine yerleştirdiği kartezyen düşünceye (cogito ergo sum 2 ) getirdiği eleştiri, doğa ve tanrıya dair kavramları yeniden sorgulatır. Descartes, Metot Üzerine Konuşma kitabında hayvanlar ve insanlar arasında hiyerarşik bir ayrıma giderek hayvanların ruhları olmayan, acı çekmeyen birer makineden veya otomattan ibaret olduklarını iddia eder. 3 Nitekim bu düşüncenin temelinde piramidin en tepesinde olduğuna inanılan tanrının varlığını kanıtlama çabası yatmaktadır. Oysa Spinozada tanrı ve doğa birbirinden ayrı iki şey olarak ifade edilmez. Bilâkis, doğa ve tanrı birbirine içkindir; bir ve aynı şeydir. Biri diğerinin sebebi ya da sonucu değildir. Spinoza, özün kuşattığı varlığa, “kendi kendisinin nedeni” (causam sui) 4 derken, esasında varlığın nedenini bir başkasına değil, doğrudan kendine içkinliğiyle açıklar. Spinoza nezdinde tanrı insan silüetinde görün(e)meyeceği için, ona insani vasıflar yükleme girişimi de beyhudedir. 5

Halbuki Ortaçağ düşünüldüğünde, sanat birincil olarak kutsal olanın (örneğin, İsa ve havarilerinin) betimlenmesine, yani temsiline adanmıştır. Hegel, Estetik: Güzel Sanatlar Üzerine Dersler  kitabında bu durumun Romantizm’le birlikte değiştiğini belirtir. Reform sonrası sanatın kendini giderek dini sanattan (kunstreligion) arındırdığını ifade eden Hegel, dini derinlikten yoksun bir sanatın kendini doğa ve manzara görünümleri olarak açımlayacağını öne sürer. 6 Romantik evrede tinsel/içsel olanı iletmekte başarısız olan sanat, kendi nesnesine sığamamaya ve onu aşmaya başlar. Böylelikle giderek felsefenin alanına taşmaya başlayan sanatta görsel değişimlerin meydana gelmesi kaçınılmazdır. 7

Timothy Morton’a göre, bu çerçevedeki sanat, iç dünyanın somutlaştırılmasıyla ilgili bir mahiyet kazanır; “izleyicinin öznelliğini taşıyan manzaralara ne denli sahip olunursa, o kadar çeşit tepeye, ağaca ve suya sahip olunur.” 8 Dini sembollerin ve figürlerin yerini doğa ve nesneler(i) alır. Söz konusu bu durum, Spinoza’daki tanrı/doğa bağlamında irdelendiğinde sanatta bir tür yön değiştirme olarak yorumlanabilir. Ancak sanatın, kendini kutsal olandan yalıtarak özerk kazanmış olmasının Hegel’e göre bir bedeli vardır: Dinsel dağarcığın tasvirini terk ederek gerçekliğin temsilini üstlenen sanat, kendi ölümünü hazırlar. 9 Bu durum, sanatta biçim-içerik ilişkisinin ortadan kalkmasını zorunlu hale getirir. Artık dışsal dünya, görünen gerçekliğin bir kopyası -temsili- olma zorunluluğunu taşımaz. Öte yandan insan tasviri resim yüzeyinden silinmeye, insan dışındaki her şey -dağlar, denizler, ovalar, gökyüzü, nehirler, vadiler vb.- resmin konusu olmaya başlar. Caspar David Friedrich, William Turner ya da John Constable’ın peyzajlarında karşılaştığımız, insandan yoksun salt doğa görünümlerinin alt metninde yatan tam da bu sanatın hakikatini figürün yokluğunda bulması düşüncesidir. José Ortega y Gasset (1883-1955) “Sanatın İnsansızlaştırılması” başlıklı makalesinde, bu fikri kuvvetlendirecek nitelikte argümanlar öne sürer. Ortega’ya göre, 19. yüzyıl sanatçıları resim yüzeyinde katı estetik öğelerini en aza indirgemişlerdir. 10 Bu yöndeki bir teşebbüs sanatın saflaşmasına yönelik bir tutum içermekle birlikte, sanatın “yeni” olana eğiliminin de bir göstergesidir. 11 Yeni sanatın, sanat olmaktan başka bir gayesi olamayacağı gibi, Ortega açısından böyle bir sanat ancak kendini insansızlaştırma vesilesiyle gerçekleştirebilir.

Charles Xelot, Diptik Orman #2, 2010.
Düş Suda sergisinden görünüm.

Benzer kaygılar farklı koşullar dahilinde günümüz sanatında da cereyan eder. Necmi Sönmez küratörlüğünde gerçekleşen Düş Suda sergisinde yer alan Boomoon, Olaf Otto Becker ve Charles Xelotnun işleri, hem sanat nesnesine yaklaşımları açısından hem de manzaranın  insansızlaştırılması bağlamında birtakım yakınlıklar içerir. Güney Koreli fotoğraf sanatçısı Boomoonun sergide yer alan 2011 tarihli İsimsiz (Seorak) adlı fotoğrafı, 2008 tarihinde başladığı Sansu serisine dayanır. Bu seri, dağ/maden suyu anlamına gelen Sansu kavramına göndermede bulunurken söz konusu kavramın kökenlerini Uzak Doğu estetiğindeki doğa temsilinden aldığı bilinmektedir. Geleneksel Sansu estetiği, Konfüçyüsçü ve Taocu geleneğin bir tür somutlaştırılması olarak, doğada metafizik bir estetik arayışındadır. Boomoon’un tüm üretiminde gözlemlenen insansız manzara kavramı, sanatçının Güney Korenin doğusunda bulunan Gangwon eyaletindeki sıradağlarda yaptığı çekimleri içeren bu seride de belirgindir. Boomoon'un insansız manzaralarında, mimetik doğa tasvirinden ziyade, dış dünyanın verili gerçekliğinden bağımsız, özgüngörünümler öne çıkar. Sansu serisinde doğa kendini tek bir anlama sabitlenmeyen, negatif çağrışımların da ötesinde bir tür muğlaklık olarak açımlar; birden fazla anlamı, yorumu ve olasılığı içerisinde barındırır.

İnsansız(laştırılmış) manzaranın bir tür muğlaklık tezahürü olarak ifadesi Olaf Otto Becker ve Charles Xelotnun işlerine de sirayet eder. Xelotnun 2010 tarihli Diptik Orman işi, Rusyada gerçekleştirdiği Kuzey Ormanları adlı (2010-2016) fotoğraf serisine aittir. Bu manzaralardaki ağaç dizileri dikey ve yatay eksende sonsuza doğru genişler. Sonsuza açılan bu perspektifte birbiri ardına istiflenmiş ağaç dizileri izleyicide ister istemez kaotik bir imgelemi duyumsatır. İzleyicinin temaşa ettiği insansız orman görünümleri, zamansal ve mekânsal olarak daimi bir akış ve devinimi hissettirir. Bu durum, Alfred North Whiteheadin, doğanın duyu farkındalığı için mevcut ve sürmekte olan bir olay olduğu, hareketsiz duran ve seyredilen bir doğadan söz edilemeyeceği argümanını akla getirir. 12 Xelotnun Kuzey Ormanları serisinin tam da bu açıdan sürmekte olan zamanın izleklerini doğanın hakikatine ve izleyicinin görüsüne bıraktığı söylenebilir.

Olaf Otto Becker, Illulissat Icefjord 4, 07/2003, 69°12'74" N, 51°07'88" W, 2003.
Düş Suda sergisinden görünüm.

Olaf Otto Becker’in manzaralarındaki insansızlaştırma konusu ise farklı bir yönde cereyan eder. Becker’in manzaraları her ne kadar insandan azade görünümler sunsa da insanın doğa üzerinde yapıp ettiklerini gözler önüne sermesi açısından insana içkin bir meseleyi sanatın merkezine taşır. İnsanın dünya üzerinde bıraktığı izlerin ve bunların bir uzantısı olarak küresel ısınmanın yarattığı doğa tahribatının sanatçının işlerinde açık edilmesiyle, insanın dünyanın merkezindeki konumu ve failliği sorgulanır. Bu bağlamda, sergide yer alan 2003 tarihli Ilulissat Icefjord 4  adlı işi, küresel ısınma nedeniyle erimeye başlayan Grönland’ın değişen manzarasına odaklanır. Sanatçının, Grönland’ın Batı kıyısında 4000 kilometre boyunca yaptığı keşif sırasında, geniş formatlı bir kamerayla kayıt altına aldığı bölgede, küresel ısınma sonucunda eriyen buzul parçalarının kendi başına boşlukta salındığı görülür. Bu imgeyi, insanın mutlak akılla doğayı nesneleştirmesinin bir sonucu olarak okumak pekâlâ mümkündür. Halbuki doğanın mevcudiyeti insan amaçları uğruna sömürülebilir bir kaynağa indirgenemez oluşunda gizlidir. Nitekim, günümüz sanatında başrolü alan insan değil, bilâkis insan olmayan canlı ve cansız şeyler ya da bunlar arasındaki ilişkinin bir tezahürüdür. Morton’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, Asimetrik Evrede sanat kendini biz insanların var olmadığı bir gelecekte açar: böylelikle gördüğümüz şeylerde insan-olmayanların içsel boşluğuyla dolu bir sonsuzluğu duyumsarız. 13


1- Söz konusu yıllar Frühromantiklerin ortaya çıktığı ve Schlegel Kardeşler’in Athenaeum (1798) dergisini çıkardığı tarihlere rastlar.

2- “Düşünüyorum, öyleyse varım.”

3- Rene Descartes, A Discourse on Method: Meditations and Principles, Çev. John Veitch, J. M. Dent & Sons Ltd., London, 1929, s. 44-46

4- Baruch Spinoza, Etika, Çev. Hilmi Ziya Ülgen, Dost Kitapevi, Ankara, 2011, s. 53

5- a.g.e., s. 62

6-   G. W. F. Hegel, Aesthetics Lectures on Fine Art, Çev. T. M. Knox, Oxford University Press, London, 1975, s. 831

7- Timothy Morton, “Art in the Age of Asymmetry: Hegel, Objects, Aesthetics”, Aesthetics After Hegel içerisinde, Vol. 1 No. 1 (2012), s. 131

8-   a.g.e., s. 130

9- Houlgate Hegeldeki bu durumu sanatın çözülmesi (dissolution of art) olarak ifade eder. Stephen Houlgate, An Introduction to Hegel: Freedom, Truth and History, United Kingdom: Blackwell Publishing, 1991, s. 237

10- José Ortega Y Gasset, Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üzerine Düşünceler, Çev. Neyyire Gül Işık, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012 s. 360

11- a.g.e., s. 361

12- Alfred North Whitehead, Doğa Kavramı, Çev. Sercan Çalcı, Songül Köse, Alfa, İstanbul, 2017, s. 24

13- Timothy Morton, “Art in the Age of Asymmetry: Hegel, Objects, Aesthetics”, Aesthetics After Hegel içinde, Vol. 1 No. 1 (2012). Timothy Morton, içerisinde bulunduğumuz dönemi Asimetrik Çağ olarak yorumlarken bu dönemin kaçınılmaz bir biçimde ekolojik bir dönem olduğunu ve sanatın da yeni evresinin “tahmin edilemezlik ve öngörülemezlik”olarak ifade edilebileceğini söyler. Ayrıntılı bilgi için bkz. Timothy Morton, Hipernesneler - Dünyanın Sonundan Sonra Felsefe ve Ekoloji, Çev. Bilge Demirtaş, Tellekt Yayınları, İstanbul, 2020, s. 41

 

YAZAR HAKKINDA
Uras Kızıl
İstanbul merkezli sanat tarihçi, eleştirmen ve araştırmacıdır.
Kızıl, 2015 tarihinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden dereceyle mezun oldu. 2014 yılında Erasmus programıyla Berlin Freie Universität’ta eğitim gördü. Dönüşünde 19. Yüzyıl Resminde Romantik Düşünce ve Romantizm adlı lisans tezini yazdı. 2018 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünden Romantizm’in 20. Yüzyıl Sanatına Etkileri başlıklı teziyle mezun oldu. Yüksek lisans tezi İTÜ BAP tarafından desteklendi. Kızıl, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir.
2018-2020 tarihleri arasında Galeri Nev İstanbul’un arşiv sorumlusu olarak çalışan Kızıl’ın makaleleri 2015 tarihinden itibaren Sanat Dünyamız başta olmak üzere e-skop, Manifold, Argonotlar, K24 gibi süreli yayınlarda, sergi kataloglarında ve kitaplarda yayımlanmaktadır.
AICA üyesi olan Kızıl, Kültür Üniversitesi Sanat Yönetimi bölümünde ders vermektedir.

Sayfayı Paylaş