Cemal Süreya’nın şiiri ve çok yönlü yaratıcılığı üzerine bir konuşma.Necmi Sönmez
NECMİ SÖNMEZ
buero@necmisoenmez.de
Fotoğraf: Yeşim Demir
10 Kasım 2018’de, Borusan Contemporary’de hazırladığım “Üvercinka” sergisi üzerine şair Turgay Fişekçi ve editör, çevirmen Selahattin Özpalabıyıklar’ın katılımıyla bir konuşma gerçekleştirdik. Konuklarım Cemal Süreya’yı yakından tanıyan, onun farklı dönemlerine tanıklık etmiş olan arkadaşlarıydı. Editörleri, yayıncıları, destekçileri olarak onun üretim süreçlerini biliyorlardı.
1987-1989 yıllarında 2000’e Doğru dergisinde sergiler üzerine yazılar veren aceminin biriyken Cemal Süreya ile tanışmış, cazibesi karşısında sus pus olmuştum. Dergide Şule Perinçek bizi tanıştırdığında yazılarımı okuduğunu söylediğinde utancım daha da arttı. Karşımda büyük bir şair vardı ve benim gibi yeni yetmenin yazılarını okuduğunu söylüyordu. O gün belki de hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Birkaç kez Zühtü Müridoğlu, Cemal Tollu üzerine konuştuk. Modern resmi takip etmesi beni şaşırtırdı. O kadar tatlı, o kadar etkileyici konuşuyordu ki bir mıknatıs gibi herkesi kendine çekiyordu. Gerçek bir tren istasyonunu andıran küçük odası kısa sürede arkadaşlarıyla dolar, bana da oradan sessizce ayrılmak düşerdi. İlk baskılarını topladığım kitaplarını imzalamadan İstanbul’dan ayrıldığım için bugün bile üzüldüğüm Cemal Süreya kelimenin tam anlamıyla sıra dışı bir yaratıcıydı. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu çerçevesinde hazırladığım Üvercinka sergisi nedeniyle son iki yıldan beri yayınlanan tüm kitaplarını okumuş, düşünce dünyasına tekrar yakınlaşmıştım. Sergi hazırlıkları sırasında onun çizgilerine daha dikkatli bakmam mümkün oldu. Ayrıca Süreya’nın görsel sanatlarla olan ilişkisini de sorgulamaya başladım. Bu uğraş Fişekçi ile Özpalabıyıklar’la birlikte yapmayı planladığım etkinliğin de çerçevesini belirledi.
Konuşmadan önce ve sonra katılımcılara kimi sorularıma yazılı olarak yanıt vermelerini rica etmiştim. Konuşma sırasındaki heyecan çoğu kez tekrarları, yanlışlıkları da beraberinde getiriyor. Bunu aşmak için yazılı yanıtların daha doğru bir belgeleme aracı olduğunu düşündüm.
İlk kez yaratıcı edebiyat bağlamında gerçekleştirdiğim bu etkinlik sırasında Nursel Duruel, Turgut Çeviker gibi Süreya’nın şiir serüvenini yakından takip etmiş başka konukların da olması beni heyecanlandırdı. Bu satırları yazarken de aynı heyecanı duyuyorum.
Necmi Sönmez: 1958 yılında yayınlanan Üvercinka’yı sizce Modern Türk Şiiri’nin tarihsel gelişimi içinde hangi bağlamda değerlendirmek doğru olur? Öncelikle Süreya’nın durduğu noktanın tanımlanmasında fayda var galiba.
Turgay Fişekçi: Üvercinka, 1958’de yayımlanmış olsa da, içindeki şiirler 1953-1957 arasına tarihlenir. 1953’te çağdaş Türk şiirini yenileyen şiirlerini yazmaya başladığında Cemal Süreya, 22 yaşındadır. Turgut Uyar’ın Arz-ı Hal (1949), Edip Cansever’in İkindi Üstü’nde (1947) içine düştükleri gençlik acemilikleri onda görülmez. Doğrudan, acemilik içermeyen olgun ürünlerle girmiştir şiire. Özellikle de 1953 tarihli “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?”, ”Adam”; 1954’te yazılmış “Gül”, “Önceleyin”, “Güzelleme”, “Aşk” ve “Cıgarayı Attım Denize” Cemal Süreya’nın olduğu kadar İkinci Yeni anlayışının da ilk önemli örnekleridir.
İkinci Yeni’nin nasıl ve kim tarafından başlatıldığı hep tartışılagelir. Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha”sı 1954, “Yerçekimli Karanfil”i 1957 tarihlidir. Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak kitabı 1956, yine İlhan Berk’in İkinci Yeni’yi başlattığını savladığı şiiri “Saint-Antoine’ın Güvercinleri” de 1956 tarihlidir. Eleştirmen Muzaffer Erdost’un Pazar Postası’nda bu akımı “İkinci Yeni” adıyla etiketlemesi de yine 1956’dır. Bu tarihlere bakıldığında Cemal Süreya’nın İkinci Yeni’nin ilk şiirlerini yazdığı rahatlıkla söylenebilir.
Öncesine de bakmak gerekir elbette. Çağdaş şiirimizin geleneksel şiirden ilk büyük kopuşu, 1920’lerin sonları ile 1930’larda Nâzım Hikmet’le olmuştu. 1940’larda Garip akımı şiirimizdeki ikinci büyük yenilenme hareketiydi.
Orhan Veli, 1950’de öldüğünde Garip şiir anlayışı da yolun sonuna gelmişti. 1950’lerin şiirde yeni arayışlara, patlamalara sahne olması neredeyse kaçınılmaz gibiydi. 1940’larda Garip şiiri dışında Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Cahit Külebi gibi önemli şairler de ortaya çıkmıştı ama İkinci Yeni’ye yol açanlar arasında ilk sırayı belki de Attilâ İlhan’a vermek gerekir. Çünkü Attilâ İlhan, sonradan Cemal Süreya şiirinin de kaynaklarından biri olan Fransız Gerçeküstücü şairlerinin şiir dünyalarının yansıdığı ilk şairimizdir. Sisler Bulvarı’ndaki (1954) şiirler, 1950’lerin ilk yıllarında yazılmıştır.
Cemal Süreya, bu ortam içinde bir yandan Garip şiirinin duruluğunu koruyarak, o duruluğu zenginleştirdi; öte yandan okuduğu Fransız Gerçeküstücü şairlerin de etkisiyle dilin olanaklarını zorladı. “Türkçe’den bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır” diyordu. O güneşlerin, dünyaların, ırmakların peşine düştü. Şiirimizde Yahya Kemal’le başlayıp, Nâzım Hikmet ve Orhan Veli’yle süren Türkçe sevgisini sürdüren bir şairdir.
“Alışılmış” söyleme biçimleriyle hiç ilgilenmedi. Şaşırtıcı bir imge düzeniyle, düş gücünün çağrışımlarını yalın bir anlatım içinde yazabildi.
Konuşma dilinin tadından uzaklaşmama onu Orhan Veli’ye, özgün buluşları, zekâ ve ironisi, yeni sözcükler, benzetmeler bulması da Apollinaire ve Eluard’a bağlar.
Onun bu tutumu, “kapalı” önyargısıyla yaklaşılan bir şiirin ne kadar açık olabileceğini de gösterdi.
Selahattin Özpalabıyıklar: Turgay hem Cemal Süreya’yla birlikte İkinci Yeni’nin de ortaya çıkışını hem de Cemal Süreya’nın İkinci Yeni içindeki öncülüğünü gayet iyi anlattı, bana pek bir şey kalmadı söyleyecek. Ben de İkinci Yeni’nin öteki öncü adaylarından söz edebilirim. Bir aday Turgay’ın da söylediği gibi İlhan Berk. Öteki de Oktay Rifat.
İlhan Berk, Turgay’ın da belirttiği gibi akımı “Saint Antoine’ın Güvercinleri” şiiri ile başlattığını söyler.
Oktay Rifat ise şunları ileri sürer: “Perçemli Sokak 1956’da çıktı. Kitabın içindeki şiirler daha önce dergilere verilmemişti. Ama herhalde 1956 Ekiminde bir gecede yazılmadılar. En az bir yıl sürmüştü yazılmaları. Perçemli Sokak’la birlikte İkinci Yeni de kuruldu. Ne var ki kuruculuk savında olanlar hareketi daha gerilere çekmek ve beni dışarıda bırakmak istediler.”
Oysa Cemal Süreya, Tomris Uyar’ın Edip Cansever, Cemal Süreya ve Turgut Uyar’a sorular sorduğu “Yaş ve Şiir Üstüne Söyleşi” başlıklı açık oturumda Oktay Rifat’ın tezini şöyle çürütür: “Oktay Rifat ‘İkinci Yeni’yi ben kurdum” diyor. İyi de, bizim 1950’den sonra çıkmaya başlıyor şiirlerimiz, ama kitap çıkaramıyoruz. Oktay Rifat, Perçemli Sokak’ı 1956’da çıkardı, kitaptaki şiirlerin hemen hiçbiri önceden yayımlanmamıştı. Ve bir önsözle akımı üstlenmeye kalkıştı. Şimdi Özdemir İnce buna dikkat etmiş. Ben yazdığım bir yazıda, ‘Bir yıl önce’ diyorum, ama Özdemir hesaplamış üç ay önce oluyor, Yeditepe Şiir Ödülü’nü aldıktan sonra kendisiyle yapılan bir konuşmada ‘Şiir Nedir?’ sorusunu şöyle yanıtlıyor Oktay Rifat: ‘Şiir halkın sosyal dertlerine deva bulmaktır.’ Özdemir’in hesabına göre bundan üç ay sonra da İkinci Yeni akımını kurduğunu ileri sürüyor. Bunu Oktay Rifat’ın takvim yanlışlığına verelim. Demek o şiirleri, önce dergilerde yayımlanan şiirlere, bizimkilere göre yazmış. Üstelik çok mekanik şiirlerdir onlar, tam oturmamıştır.”
Necmi Sönmez: Üvercinka ile İkinci Yeni arasında organik bir bağlantıdan bahsetmemiz mümkün müdür?
Turgay Fişekçi: Sanırım önce İkinci Yeni’nin kendi arasında bir organik bağ olup olmadığını sorgulamamız gerekir. Çünkü Cemal Süreya da, bir açıklamasında, “Birbirimizi tanımıyorduk ki, nasıl ortak bir akım olalım” demiştir. Adının konduğu 1956 yılını İkinci Yeni’nin resmileştiği tarih kabul edersek, bu yıllarda şairler arasında İkinci Yeni’nin öncülüğünü kapma konusunda kıyasıya bir yarış yaşandığını da görürüz. Ama bana sorarsanız bu yarış içinde hiç olmamış Cemal Süreya, yukarıda değindiğim gibi bu akımın ilk şiirlerini yazmıştır. Öte yandan Üvercinka kitabı, yayımlandığı 1958’den günümüze bu akımın kült kitapları arasında yer alır.
Selahattin Özpalabıyıklar: Cemal Süreya son röportajlarından birinde Enver Ercan’ın “İkinci Yeni’yle ilişkiniz?” sorusunu yanıtlarken, Nursel Duruel’in A’dan Z’ye Cemal Süreya kitabındaki saptamasıyla “işi şakaya vuruyor ve öncüleri-artçıları-yandaşları-karşıtları-şiir serüvenimiz içindeki uzak yakın bağlantılarıyla hareketin en geniş tarifini yapıyordu.
“İkinci Yeni benim... Tabii, Ece’yi, Turgut’u, Sezai’yi, Edip’i, Can’ı, Tevfik’i, Özdemir’i, Nihat’ı, Gülten’i, Hilmi’yi, Ergin’i, Metin’i, Dağlarca’yı, Ahmet’i, Ahmed Arif’i, Arif Damar’ı, Oktay Rifat’ı, Melih Cevdet’i, Behçet Necatigil’i, Mehmet Kemal’i, Şeyh Galib’i, Nâzım’ı saymazsak... Yılmaz da var, Attilâ da, İsmet Özel de, Behramlar da, Berfe!..”
Bu listeleme bence bir yandan da hem İkinci Yeni’nin çağcıl şiirimizi nasıl değiştirdiği konusunda en özetleyici saptama, hem de şiir geleneğimizdeki devamlılığın tam Cemal Süreya tarzı bir ifadesidir.
Necmi Sönmez: Üvercinka’nın 60. yayınlanış yılı nedeniyle hazırladığımız sergi, disiplinlerarası bir bakış açısını ortaya çıkarmayı hedefliyor. Süreya’nın resim başta olmak üzere görsel sanatlarla yakın bir ilişkisi vardı. Desen çizdiğini, mektuplarına resimler yaptığını biliyoruz. Bu çalışmaların bazılarını özel arşivlerden derleyerek bir araya getirdik. Bu resimler arkamızdaki ekranda sürekli olarak dönüyorlar. Sizce Süreya’nın şiiri ile Modern Resim arasında bir diyalogdan bahsetmemiz mümkün mü? Günlüklerinden biliyoruz ki Klee ve Giacometti başta olmak üzere birçok sanatçıyla özel olarak ilgileniyor. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Turgay Fişekçi: Edip Cansever, şiire ilk başladığı yıllarda bir gün Ahmet Hamdi Tanpınar’ı ziyaret eder. Tanpınar, karşısındaki genç şairin önüne Paul Klee, Kandinsky gibi modern ressamların resimlerini koyar ve şair olabilmek için bu resimleri bilmesi gerektiğini söyler.
İkinci Yeni şairlerinin, özellikle de Cemal Süreya’nın Fransız Gerçeküstücülerden etkilendiğini biliyoruz. Fransız Gerçeküstücü şairlerin belki de en önemli özelliği, bu anlayıştaki ressamlarla, sinemacılarla vb. birlikte olmaları, birlikte çalışmaları ve yaşamalarıdır. Dolayısıyla onların resim şiir etkileşiminden Cemal Süreya’nın etkilenmediğini söylemek olanaksızdır. Doğrudan tanıklığım da var bu konuda: 1983 yılında Üç Çiçek Yayınevi, Üvercinka’nın yeni basımını yapmak istediğinde Cemal Süreya, kapakta bir Picasso resmi olmasını istemişti. Cemal Süreya üzerinde bu kuşağın etkisi o denli belirgindir ki, Cemal Süreya’nın el yazısı şiirleriyle Apollinaire’inkini yan yana koyduğunuzda açık bir benzerlik görürsünüz. Yine Cemal Süreya’nın imzasıyla Saint Exupery’nin Küçük Prens kitabındaki fil yutmuş boa yılanı deseni de birbirine çok yakındır. Cemal Süreya, bu kuşak Fransız şair ve ressamlara o denli ilgi duyardı ki, söz gelimi Apollinaire’in Birinci Dünya Savaşı’nda askerlik üniformasındaki yaka numarasını bile bilirdi.
Selahattin Özpalabıyıklar: Turgay’ın söylediğine bir ek yapayım: Cemal Süreya Apollinaire’le o kadar yakından ilgili ki ondan sanki arkadaşıymış gibi “Apo” diye söz ediyor. Öte yandan “Aslan Heykelleri” şiirindeki “Ya bu başını alıp gidiş boynundaki / Modigliani oğlu modigliani” dizeleri de resimlerindeki kadın figürleri boyunlarının ince uzunluğuyla tanınan Modigliani’ye göndermedir örneğin. Cemal Süreya’nın kendisinin de çizgiyle arasının iyi olduğunu siz belirttiniz zaten. Turgay’ın da söylediği gibi, imzası bile resimdir. Günlüklerinin bir yerinde, Şubat 1989 içinde bir gün, 975. Gün, şunu yazıyor: “İstanbul’u nasıl da hor görmeye başlamışız. İşte burdan kaçmak, işte güneyde bir yerlere gitmek. Kendi payıma, yapabilir miyim bunu? İstanbul’un bir parçası değil miyim artık? İstanbul’suzluk kadar büyük bir tehlike olabilir mi? Şu anda, Kitaplar dergisinin ilk sayısında yayımlanan ve, ne yazık ki, Sıcak Nal için ayırdığım halde, kitaba giremeyen ‘semiolojik’ İstanbul şiirimi buraya almaktan beni hiçbir şey alıkoyamaz.”
Bu şiir deyiş yerindeyse “çizdiği” bir şiirdir, “resim-şiir”dir.
Güz Bitigi de bu açıdan ilginç bir kitaptır: Bu kitapta “1 düzyazı, 20 şiir, 1 şarkı, 12 beyit, 16 dize, 5 işleyim” yer alır. “İşleyim” dediği, kendi desenleri ile gazete ve dergilerden kesilmiş kupür fotoğraflarından bir tür fotomontaj tekniğiyle ürettiği illüstrasyonlar.
Necmi Sönmez: Çağdaş sanat, Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu‘nda görüldüğü gibi, video, film gibi hareketli imgeler üzerine kurulmuş olgulardan hareket ederek izleyiciyi adeta kendi içine alan bir atmosfer kurmak istiyor. Şiirin de imgelere dayanarak duygu ve hisler aracılığıyla okuyanı ayrı bir dünyaya çekme gibi baştan çıkarıcı bir özelliği var. Çağdaş sanatla şiirin yan yana gelmesi, sizce yeni bir izlek oluşturmakta yön gösterici olabilir mi?
Turgay Fişekçi: Yalnızca çağdaş sanatlarla değil, bütün sanatların şiirle iç içe olduğunu söyleyebiliriz. Sanatlar arasındaki geçişim ve etkileşim ilk çağlardan beri var. Çağdaş şiirimizde Memleketimden İnsan Manzaraları’nda bu geçişim ve etkileşim en üst boyuttadır. Nâzım Hikmet’in bu büyük eseri epik bir destan olmasının yanında roman, öykü, röportaj, film senaryosu, tiyatro, tarih gibi pek çok ayrı türü içinde barındırır. Farklı bakışlarla farklı türde bir eser gibi okunabilir Memleketimden İnsan Manzaraları.
Çağdaş sanat, anlatım diline sınırlar koymuyor; yaratıcının alabildiğine özgür davranabildiği bir alan. Böyle bakınca şiirle bir etkileşim içinde olması beklenir elbette. Ama günümüz çağdaş sanatçılarının şiirle ne denli ilgilendikleri üstüne bir bilgim yok. İzlediğim çalışmalarda sanatçıların daha içe dönük davranış ve yaratı süreçlerine yöneldiklerini gözlemliyorum.
Selahattin Özpalabıyıklar: Benim görebildiğim kadarıyla şiir diğer sanatlarla bağını (ana malzemesi dil olduğu için belki bir ölçüde kaçınılmaz olarak) hâlâ sürdürüyor ama diğer alanlardaki sanatçılar Turgay’ın da dediği gibi daha bir kendi içine dönük çalışıyor. Şiirle kurulacak ilişki tek tek sanatçıların şiir zevklerine, hatta çoğu zaman şairlerle kişisel dostluklarına bağlı diyebilirim.
Necmi Sönmez: Ülkemizde 1960’lı yıllara kadar modern ressamların ve şairlerin sıkı bir ilişki içinde olduğunu görüyoruz. 1940’larda Nâzım Hikmet’in Fikret Mualla ve Abidin Dino ile Asaf Hâlet Çelebi’nin Fahrelnissa Zeid’le olan ortak çalışmaları 1950’lerde Edip Cansever’in Orhan Peker’le, İlhan Berk’in Turan Erol ile olan birliktelikleriyle sürüyor. Ancak 1960’lardan sonra bu diyaloğun koptuğunu görüyoruz. Her iki alan açısından da son derece besleyici olan bu ortak çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Turgay Fişekçi: Kişisel olarak yalnız resim-şiir değil, bütün sanatların birbiriyle alışveriş içinde olduklarına inanıyorum. Ben bu süreci, eski kuşakların kendilerini daha “kültür adamı” olarak görmelerine, 1960’lardan sonra ise bu özelliğin, önce politik bir “militanlığa” 1980 sonrasında da “özseverliğe” dönüştüğüne inanıyorum. Herkes kendini o kadar çok sevmeye başladı ki, dünyalarında başkalarını sevecek yer kalmadı. Bu yüzden ressam kendi atölyesinde, şair odasında, müzisyen çalgısıyla birlikte, tiyatrocu kendi sahnesinde kendisiyle mutlu yaşıyor.
Son yıllarda sanat dünyamızda büyük bir istisna olarak Fazıl Say’ın Türk şairlerinden yaptığı besteleri anabiliriz.
Selahattin Özpalabıyıklar: Burhan Uygur’un resim defterlerinden seçmeler içeren bir kitabın adı olan “Bir Kitapta Resim Şart”, Cemal Süreya’nın “Mardin” şiirinin son dizesidir ve şairin pek çok dizesi gibi sloganlaşmıştır: “Kılıç kalkan gürz ve at / Tâ çocukluğumdan beri / Ne buldumsa okudum / Sonunda anladım ki / Bir kitapta resim şart.”
Gerçekten de özellikle 1950’lerde Asaf Hâlet Çelebi ile Fahrelnissa Zeid’in işbirliğinin ürünü olan Lamelif gibi pek çok örnek var. Metin Eloğlu’nun o yıllardaki kitaplarının bazen kendisinin bazen Orhan Peker’in desenlerini ve Ara Güler fotoğraflarını içermesi, Yeditepe Yayınları’nın şiir kitaplarının Agop Arad tarafından resimlenmesi, o yılardaki şiir-resim arkadaşlığının tipik örnekleri. Behçet Necatigil’in Yeditepe’den çıkan Evler kitabında Arad desenlerine yer verilmesi sergilenmesi gibi atipik örnekler de var. Daha da önce, 1947 yılında, Orhon Murat Arıburnu Türkiye‘de ilk kez resimli şiir sergisi açmıştı.
Bugünkü kopukluk konusunda Turgay’ın tespitine ben de katılırım. Bir de, o yıllarda şair ve yazarlar gibi “söz sanatçıları” ile ressam, heykelci gibi plastik sanatçıların bir arada, iç içe, nerdeyse “komün” halinde yaşadığını unutmamak lazım. Artık bu yakınlık da kayboldu. Edebiyatçı ile sanatçının bir araya geldiği “mahfil”ler bile yok artık.
Necmi Sönmez: Modern Türk Sanatı’nda Soyut Sanat’ın gündeme geldiği 1945 sonrası dönem, Modern Türk Şiiri’nde de yeni arayışların filizlendiği sürece denk geliyor. Sizce Soyut Sanat ile İkinci Yeni akımı arasında bir bağlantı kurmamız mümkün müdür?
Turgay Fişekçi: Mümkün elbet. İkinci Yeni sanırım şiirimizin son araştırıcı akımı oldu. Yalnız soyut sanata da değil, şiire yardımcı olabilecek her şeye ilgi duydu bu kuşak. Edip Cansever, T.S. Eliot’u keşfetmişti örneğin. İngilizce bilmemesine karşın bu şairi dil bilen bir arkadaşına okutuyor; hem ne dediğini hem de nasıl söylediğini anlamaya çalışıyordu. Yine çağdaş dünya şiirinin önemli isimlerinden Seferis’i de ülkemizde ilk keşfedenlerden biridir Edip Cansever. Ece Ayhan, Osmanlıca metinlere dalıp, oralardan şiirine kaynaklar buldu. Turgut Uyar’da kutsal metinlerin ağır havası sezilir. Bu kuşağın yazmaya başladığı yılların Güzel Sanatlar Akademisi’nin de en parlak yılları olduğu unutulmamalı.
Selahattin Özpalabıyıklar: İkinci Yeni’nin soyut sanatla ilişkisinden ilk söz eden, akımın isim babası Muzaffer Erdost’tu. İkinci Yeni şiirinin, tıpkı soyut resim ya da çini desenleri ve kilim nakışları gibi, bir şey söylemediğini yani “anlamsız” olduğunu öne sürüyordu. Dönemin önemli eleştirmenlerinden Hüseyin Cöntürk ise, tam tersine, (Hilmi Yavuz’un ifadesiyle) “İkinci Yeni’nin anlam açısından neyi amaçladığının anlaşılması için” somut müzik adı da verilen atonal müziğin temel alınmasının gerektiğini söylüyordu. Burda bence önemli olan, bu iki görüşten hangisinin haklı olduğundan çok, iki durumun da “anlaşılmak” için bir soyutlamayı gerektirmesi. Zaten hem soyut somut bütün sanatlar hem de şiir, özünde bir soyutlamaya dayanmaz mı?
Necmi Sönmez: Hem 10 Kasım 2018’deki konuşmanız hem de yazılı cevaplarınız için teşekkür ederim.
YAZAR HAKKINDA
Necmi Sönmez
Mainz, Paris, Newcastle ve Frankfurt’ta sanat tarihi eğitimi aldı. Doktorasını Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi’nde heykeltraş Wolfgang Laib üzerine yaptı. Çalışmalarına bağımsız küratör ve sanat tarihçisi olarak Düsseldorf’ta Tate, Staatliche Museen Berlin, Borusan Contemporary, Kiasma, Kunsthalle Deutsche Bank, Sabancı Müzesi başta olmak üzere birçok uluslararası kurumla ortak projeler üreterek devam ediyor. 2015’ten beri SKIRA yayınevinde (Milano) bağımsız editör olarak çalışıyor.
RÖPORTAJ VERENLER HAKKINDA
Selahattin Özpalabıyıklar
1955’te Çubuklu’da doğdu. Editör, çevirmen, yazar. Bir gazetede muhabir, redaktör ve bulmacacı, iki ansiklopedide yazar, çevirmen ve redaktör, üç yayınevinde düzeltmen, editör ve şef editör olarak çalıştı. Şiir, öykü ve deneme seçkileri ile bir şehir monografisi hazırladı; iki editörlük atölyesi düzenliyor. Epeyce çeviri kitabı var. Kendi kitabı Göndermeler: Yazı, yanıt, söyleşi, anı Ekim 2018'de çıktı.
Turgay Fişekçi
1956'da Balıkesir'de doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Öğrencilik yıllarında şiir yazmaya ve yayıncılık alanında çalışmaya başladı. Öğrenimini tamamladıktan sonra yayıncılığı meslek edindi. İlk şiir kitabı Karda Işıltılar ile 1980 Akademi Kitabevi Şiir Ödülü'nü kazandı. Sonraki şiir kitapları: Kuşkuluyum Yaşadığımdan (1983), Yitik Bahar (1989), Dip Sevgi (1994, Behçet Aysan Şiir Ödülü), Sevgi Bağları (1998, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Halkevleri Şiir Ödülü), Güzelle Büyü (2013, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü), Nerdesin? (2017, Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü).