Evrim Altuğ, yeni yazısında metaverse ile ilgili tartışmalara odaklanıyor.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
Bu ayki blog metnimde metaverse üzerine bir metin ortaya koyma önerisiyle karşılaşınca, ilk refleksim bu fenomen-kelimenin kökenini sorgulamak oldu. Metafizik, metabilgi, metaveri gibi tabirlere alıştığımız yarı sanal günümüzde, meta [üst] ve universe [evren] kavramlarının sentezlendiği kelimenin gökbilimde tutunduğu “oldukça büyük çoklu evren” tabiri ile de aşina olduğumuz bu popüler terim, rivayet o ki ilk olarak ABD’li bilim-kurgu yazarı Neal Stephenson tarafından 1992’de yazdığı Snow Crash isimli romanında telaffuz edilmiş. Kitabın ismi eski model bir Macintosh (Apple) bilgisayarda yaşanan kısmi çöküntü üzerine, bilgisayarın kullanıcıya basit bir bozuk TV grafik imgesi ile haber verdiği ana referans veriyor. Stephenson’ın özerk/federal bir yapılanmaya giden 21. yüzyıl Los Angeles’ında geçen ve bu atmosfer ile Philip K. Dick’in distopik ve android dedektiflik temalı kısa öyküsünden hareketle çekilmiş Blade Runner (1983) ve Blade Runner 2049’u (2017) çağrıştıran romanı, disiplinler arası bir merakın meyvesi. İçinde kriptografiden antropolojiye, dilbilimden politikaya, tarihten dine kadar pek çok unsuru barındıran, katmanlar arası bir çalışmanın ürünü. Bu yönüyle eser ve referans aldığı tabir, 1992’de yazılmış olması bakımından, bugüne kadar üretilen daha birçok kültür ve sanat ürününü de akla getirmiyor değil. Sözgelimi 1983’te, sanal bir savaşı gerçek yerine koyarak küçük bir hacker çocukla iletişim kuran dijital ulusal savunma ağı bilgisayarının yaşattıkları üzerine çekilen Savaş Oyunları, yine alternatif bir dünyada düzenlenen yarı dijital ve ölümcül mücadeleyi konu alarak iki film birden çekilen Tron efsanesi ve elbette, alternatif, dijital bir evrende geçen The Matrix serisi ile ikinci bölümü merakla beklenen Avatar ve nicesi çoktandır popüler kültür ve sosyoloji metinlerinin gözde başvuru kaynakları… Bununla birlikte kavramın kişi bazında edinilebilirliği, tecrübe edilebilirliği söz konusu olduğunda bu simülasyon dokulu kavram-eylemi haber veren, 1980’ler ve 1990’larda tüketim ve merak çılgınlığına vesile olan SimCity bilgisayar oyununu ya da Tamagotchi ve Pokemon gibi fenomenleri de anmamız olası.
Rachel Rossin, Hayalet Bir El Gibi Geldim ve Gittim (Döngü 1), 2015.
Rachel Rossin’in 2017 yılında düzenlenen Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu sergisindeki çalışması sanal gerçeklik gözlükleri eşliğinde izlenebiliyordu. Metaverse yaygınlaştıkça bu dijital aygıtların popülaritesi de artıyor.
Elbette meta tabirinin içerdiği siyasal, hukuki mülk yan anlamına da gönderme yaptığı farz edilebilecek bu mefhum, kaçınılmaz biçimde, dijital kapitalizmin de gözdesi. Değil mevcut dünyayı, ahireti bile gözüne kestiren, inananların kaybettikleriyle bir araya geleceğini bize muştulayan bir soğukkanlılıkla kendini geliştiren metaverse’ün içerdiği eylem ve hakikatin sınırlarını büyüteç altına almak istediğimizde, önümüze bu evrendeki akrabalık ilişkileri, cemaat algısı, enternasyonalizm ve suç kavramlarının yanında katılımcı ekonomi ile ekoloji ve elbette sanat gibi pek çok tartışma alanı çıkıyor.
Bir defa, Darwinci bir bakış ve varoluş açısıyla yaklaştığımızda metaverse, kapsadığı bir diğer alt tanım olan Web 3.0 referansıyla bize bu yaşadıklarımızın ne ilk ne de son olacağını evrimci bir zihinle haber veriyor. Zaten ilk olarak 2003’te sunulan Second Life isimli bilgisayar oyununun tasarımcılarının da kendilerine yine Neal Stephenson’ın romanını ve romanın farz ettiği hakikati feyz almaları bunun bir tür göstergesi. Bu minvalde 2014’te Microsoft tarafından satın alınmış, sanal “hayatta kalma” oyunu Minecraft’ı da telaffuz etmeden geçmemek gerekiyor.
Elbette kullanıcı-katılımcı bu evrende var olabilmek için kimi asgari kalitedeki dijital aygıtlara, bunun da üzerinden, haliyle elektriğe, ileri teknolojiye ve bunların ekonomik faturasına muhtaç ve böylece kimi asgari sınıfsal kabullenişlere, sözgelimi güvenli internet tabanına, belli sürüm ve donanıma sahip bir altyapıya mecburiyetiyle teşne bir mefhum sözünü ettiğimiz.
Metaverse, talep ettiği standartlarıyla daha siz içine dahil olmadan, insanda yıkıcı olduğu düzeyde idealist, yaratıcı ve menfaate yatkın bir kuşku uyandırıyor. “Oraya” girmek, bugünün dünyasında sizin belli standartta teknolojik ve ekonomik bir sınıfa dahil olmanızı zorunlu kılıyor. Bu evrene dahil olduğunuz an, esasında kimin, kimi veya neyi sahiplendiği yanılsaması zaten sinsice sizi denetliyor. Tıpkı George Orwell’in 1984’ündeki “Büyük Birader” ya da Arthur C. Clarke’ın 2001 Uzay Macerası’nda söz ettiği “HAL 9000” süper bilgisayar gibi metaverse’ün de dizginleri, kim bilir kimin elinde tutuluyor?
Marina Zurkow, Mesocosm (Times Square, New York), 2014.
146 Saat Döngü İçinde Özel Yazılım Odaklı, El Çizimi Animasyon.
(Bir Gün 24 Dakika, Bir Yıl 146 Saat), Üç Parçalı Tablo. Renk, Ses, Bilgisayar, Ed. 1/5.
Marina Zurkow 2014 yılında Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’na dahil edilen işini algoritmaların yardımıyla üretmişti. Aradan geçen zaman içinde algoritmalar gerçek dünyayla çok daha yoğun bağlantılar kurabilir hale geldi ve metaverse kadar kapsayıcı sanal platformlar hayal olmaktan çıktı.
Sanırız burada ele alınması gereken önemli soru işaretlerinden biri de iyi ve kötü niyetle kendini belli ediyor. Günümüzde hemen her marka, sivil ve resmi yapılanma ile bireylerin giderek kurumsallaşması gibi unsurlar, ürettikleri abonelik, dijital cemaatleşme ve finansal bağımlılıkla kendini yeterince belli ediyor.
Bu noktada “bedava” veya belli süreliğine özgürce size deneyimletilen, size her türlü kimlik üzerinden aidiyet bahşeden her nevi meta, bir süre sonra sizin ister istemez kendisinin sözcülüğünü, taşıyıcılığını ve dahi pazarlamasını yaptığınız bir âlemin uzantıları haline geliyor. Bu konudaki önemli uyarılardan birini Simülakrlar ve Simülasyon veya Sanat Komplosu gibi türlü kitaplarıyla yapan Jean Baudrillard ile “gözetim toplumu” üzerine hepimizi bilinçlendirme emeği vermiş bir diğer Fransız düşünür Michel Foucault’yu da bu kapsamda anmakta büyük fayda görünüyor.
Zaten bilgi, hakikat ve değerin çoktan sayısallaştığı ve bunun da kendi içinde kıyasıya eleştiri konusu edildiği bir dünyada, sanat da kendi içinden doğurduğu nice akım ve manifesto üzerinden, metaverse’ü türlü araç ve üslûplarla gündeme taşıyor denebilir. Sanat ve insanlık tarihinin bilumum akademik ve politik katmanlarında kendilerini ve algı lehçelerini imal ve icat eden sanatçılar, bunun yarattığı alfabeyi, türlü yapıt ve söylem dizileriyle biteviye açtıkları kişisel sergilerde ya da küratörlerin üst anlatılarına hizmet verir dokularıyla grup sergilerinde kamuoyunun ilgisine sunuyor.
Elbette, üç boyutlu yazıcı, sanal gerçeklik, Web tabanlı yerleştirmeler veya imgenin dahil olduğu dijital evreni kendine referans alarak türlü teknik tercihler yapan birçok imza bu meyanda dikkatimizi çekiyor. Türkiye çağdaş sanat tarihini anımsadığımda, neredeyse metaverse’ün önerdiği biçimsel ve kavramsal tartışmaları sezdiren bu katmanlı duruşu sergileyen isimlerden biri de :mentalKLİNİK. Disiplinler arası ürettikleri işlerinde, bana kalırsa günümüz dünyasının sosyal, ahlaki, maddi ve kültürel röntgenini eleştirel bir görsellikle çeken bu sanatçı ikilisi, yapıtlarındaki katmanlar arası mesafeli hali, adeta günümüzde varlığı ve yokluğunun haklılığı içine yuvarlandığımız metaverse kavramına aynı kuşkuyla, havale ediyor.
Marina Zurkow, Mesocosm (Times Square, New York), 2014.
146 Saat Döngü İçinde Özel Yazılım Odaklı, El Çizimi Animasyon.
(Bir Gün 24 Dakika, Bir Yıl 146 Saat), Üç Parçalı Tablo. Renk, Ses, Bilgisayar, Ed. 1/5.
Konuyla ilgili görüşlerini aldığım :mentalKLİNİK benimle şu notu paylaştı:
“Gerçek yeterince doğru olmadığında sanat nasıl yalan söyleyebilir?
Gerçek sonrası, hesaplanabilir dünyanın sürprize izin vermeyen yapısı metaverse dünyasında bizi sınırlı seçimler içinde sahte bir özgürlük alanına davet eder. Herkesin ‘yaratıcı’ olarak tanımlandığı _siber_feodalism, duble_kapitalizm, kripto değerler, duble_personalar, ufuksuz mekanlar, sahte özgürlükler, çerçevelenmiş yaratcılık, sınırsız derin gözetleme, bedenden sıyrılmış özneler çağında_ Sanat’ın pervert, sinsi, büyülü yapısı metaverse’ün içinden taşarak kendine özgü dünyasının üzerine yeni dünyalar açarak, erotik bedeni kışkırtan bir simya ve dijital kimliği dürten bir aracı olmaktadır.”
“Şimdi”, sanatın kendine temel aldığı ve kaçındıkça üzerinden yeni biçim, ifade ve tartışmalar türettiği çok önemli bir kavram olarak sanat felsefesinin de gündeminde bulunuyor. Bu yanıyla metaverse’ün önerdiği zaman, mekân ve değer katmanlarına kuşkuyla yaklaştığımızda, arkamıza bakınca Walter Benjamin’in Pasajlar isimli yapıtındaki şu sözlerinin nasıl büyük bir güven duygusuyla bize refakat ettiği, açık biçimde anlaşılabiliyor:
“Geçmiş olan, şimdi olan üzerine veya şimdi olan geçmiş üzerine bir ışık tutuyor değildir; bir imge daha ziyade, içinde olmuş olanın kümelenme oluşturmak üzere aniden şimdiyle bir araya geldiği yerdir. Başka bir deyişle: İmge, duraklama halindeki diyalektiktir. Zira şimdinin geçmişle ilişkisi sadece zamansalken, olmuş olanın şimdiyle ilişkisi, diyalektiktir. Tabiatı bakımından zamansal değil, figürseldir. Sadece diyalektik imgeler zamansal değil, tarihseldir. Okunan imge, tanınabilirliğin şimdisindeki imgedir.”
Tıpkı İnternette ve günümüz dünyasının kendisinde gördüğümüz gibi, dilin inkâra bıyık altından gülen (İngilizce) hükümranlığı, uğruna ülkeleri birbirine düşüren enerjinin vahşi emperyalizmi ve finansa adeta tasmalı mevcut küresel emeğin o yabanıl küresel sömürüsü ile tüm gelir eşitsizliğinin ürettiği yoksul dağılımın vicdani ve hukuki aciliyeti karşısında, kültür ve sanatın da kendini metaverse üzerinde nasıl bağımlı veya bağımsız kılacağını, elbette zaman ve üretilen estetik deneyimler gösterecek.
Nitekim sanat tarihinin maruz kaldığı nice açık artırma eyleminde, kendi değeri üzerinden büyük para aklama operasyonlarına maruz kılınan, bir bakıma sermaye tarafından iğdiş edilen sanat, NFT ismi verilmiş değerleme paradigmasıyla da benzer bir âlemin kapitalist pazarlamasına, çoktan başladı bile. Ancak henüz bu sözde değerlemeye de kuşkuyla bakılıyor olması, bize yolun henüz başında olduğumuzu da olabilecek en sosyal mesafeyle, ekranları başındaki hepimize, sinsice düşündürmeden edemiyor.
Keza sayısı artan bağımsız sanatçılar ile sanat kolektifleri, sömürgeci tarihi iten yapıt iadesi operasyonları, diplomatik özürler veya küresel tröstlerle bağı bulunan kültür sanat kurumlarını boykot kampanyaları bize hakiki bir umudun haberini veriyor.
YAZAR HAKKINDA
Evrim Altuğ
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - Televizyon Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Sahne ve Gösteri Sanatları Bölümü’nde (burslu olarak) bir süre eğitim aldı; aynı üniversitede Tasarım Kültürü ve Yönetimi Sertifika Programı’na katıldı. 2003’te yeniden faaliyete açılan Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Birliği - AICA Türkiye’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Derneğin Türkiye biriminde iki dönem boyunca başkanlık görevini üstlenen ve halen yönetim kurulu üyesi olan Altuğ, halen Art Unlimited, Gazete Duvar, Hürriyet Kitap-Sanat ve Arkas News gibi basılı ve dijital mecralarda kültür - sanat gazeteciliğini sürdürüyor. Açık Radyo'da Yolgeçen programına Rahmi Öğdül ile devam eden, SAHA derneğinin konuk yazar programına 2019’da seçilen Altuğ, yine Açık Radyo’da, İlksen Mavituna editörlüğündeki Açık Dergi kapsamında da kültür - sanat gazeteciliğini sürdürüyor. Altuğ ayrıca, son dönemde de Zilberman Galeri'nin Istanbul direktörlüğünü üstlenmiş bulunuyor.