“Bir güvercin ben öldüğüm zaman
Nice hüzünlerden yaprak yaprak
Bir güvercin ben öldüğüm zaman” 1
Cemal Süreya
Geçtiğimiz Ekim ayında Akaretler’e uğradıysanız Sıraevler’in kaldırımlarında bir pencerenin ardındaki ekrandan size bakan bir kuşla karşılaşmış olabilirsiniz. O kuşun adı Martha. 1910 yılında kafes arkadaşı George’un ölümüyle Cincinnati Hayvanat Bahçesi’nde tek başına kalan ve dört yıl sonra ölü bulunana dek türünün son örneği olarak üne kavuşan göçmen güvercin. 2 Martha’nın tahnit edilmiş bedeni halen Smithsonian Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nin en kıymetli varlıkları arasında bulunuyor. 3
Soyu tükenmiş hayvanlar üzerine yaptığı pek çok araştırmayı kitaplaştıran yazar ve ressam Errol Fuller, “Göçmen Güvercinler” isimli çalışmasında sürüler halinde hareket etmeye alışkın olan bu türün son üyesi Martha’nın yaşamının yalnız geçen son yıllarında hareketsizleştiğini not eder. Kuşun durgunluğunu sıkıcı bulan ziyaretçiler, kımıldasın diye ona çeşitli nesneler fırlatmaya başlayınca hayvanat bahçesi görevlileri, insanların fazla yaklaşmasını önlemek için kafesin etrafında bir güvenlik çemberi oluşturur. 4 Martha, bu dönemde kendisi için ayrılan beş buçuk metreye altı metre yaşam alanında pek çok kez fotoğraflanır. John Gerrard’ın internetten ve çeşitli kaynaklardan topladığı bu fotoğraflar, Borusan Contemporary’nin siparişi üzerine ürettiği Endling (Martha)isimli dijital simülasyon işine kaynaklık ediyor.
Sanatçının 3B modelleme uzmanlarıyla iş birliği içinde hazırladığı çalışmasında 5 Martha’nın göz alıcı zarafetiyle tünediği ahşap çubuğun üzerinde hareket edişini izleriz. Kimi zaman aniden dönüp duruş yönünü değiştiren, hafifçe kafasını çeviren, gözlerini kırpan ve yutkunan bu kuşa ait görüntülerin kamera kayıtları olmadığını fark etmek ilk bakışta güç olabilir. Bu görüntülerde garip bir şey vardır. Başka güvercinlerin küçük gövdeleri nefes alıp verirken hafifçe kabarıp iner ancak Martha’nın göğsü hareket etmez. İzlediğimiz görüntülerin canlı bir kuşa ait olmadığını anlamamızı sağlayan bu yegâne ayrıntı bizi Martha’nın gerçekliğine yakınlaştırır.
John Gerrard, Endling (Martha), 2020.
Fuller 19. yüzyılın başlarına kadar Kuzey Amerika’da göçmen güvercinlerin saymakla bitmeyecek kadar çok olduğunu belirtir; sayıları milyarları bulur ve yeryüzündeki en kalabalık nüfusa sahip kuş türü olduğuna dair tahminler bile vardır. 6 Erken dönem kolonyalistlerin aktardıkları bilgiler göçmen güvercin sürülerinin kimi zaman gökyüzünü siyah bir örtü gibi kaplayacak kadar yoğunlaştıkları ve bu kuşları avlamanın oldukça kolay olduğu yönündedir. 20. yüzyıla gelene dek yerleşimcilerin zihninde herhangi bir hayvanın soyunun öldürmekle bitebileceğine dair bir kanı yoktur. Fuller’ın hikayeleştirerek anlattığı, göçmen güvercinlerin Kuzey Amerika’da hüküm sürdüğü dönemi gözümüzde canlandırmak için Alfred Hitchcock’un Kuşlar filmini hatırlamamız yeterlidir ancak senaryoyu tersine çevirmemiz gerekir. Erken kolonyalist dönemde, kuşların kontrol edilemez varlığının yarattığı kaygı Hitchcock’un filminde olduğu gibi toplu bir histeriye dönüşmese de mevcuttur fakat ilk intikamı arayanlar kendi habitatları içinde sürekli yer değiştiren güvercinler değil ekinleri yağmalanan neo-Avrupalı çiftçilerdir. Hitchcock, Kuşlar’ın resmi fragmanında tarih boyunca insanların kuşlarla ilişkisi üzerine müstehzi bir ders verir. 7 Dodo, büyük dalıcımartı ve göçmen güvercinlerin soylarının tükendiğini hatırlatan Hitchcock, kuşların tüylerini şapkalarına takan, yumurtalarını yiyen, doldurulmuş bedenlerinden süs eşyası yapan insanların kuşlar yüzünden başlarına gelecek belaları çoktan hak ettiklerini ima eder.
Avlanma, milyonlarca yıl boyunca varlığını sürdürmüş ve sayıca bu kadar kalabalık bir türün yüz yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde yok olması için tek başına yeterli bir sebep değildir. Göçmen güvercin popülasyonunun 19. yüzyılın ortalarından itibaren düşmeye başlamasının nedenlerini başka yerlerde de aramak gerekir. Manuel DeLanda, yeni materyalist bir yaklaşımla kurduğu anlatısının biyolojik tarihe ayırdığı bölümünde Avrupalıların Kuzey Amerika’ya kitlesel göçünden bahseder. 19. yüzyılda hız kazanıp 20. yüzyıl ortalarına kadar devam eden bu nüfus hareketliliğinin sonuçlarını yorumlarken de çevresel tarihe yaptığı katkılarla tanınan Alfred W. Crosby’nin emperyalizm analizine başvurur. Crosby, yerleşimcilerin Yeni Dünya’nın ılıman bölgelerinde elde ettikleri gücü, beraberlerinde götürdükleri diğer türlerin yardımıyla (mikroplar, otlar, ıslah edilmiş bitkiler ve evcil hayvanlar) yerli türleri yıkıma uğratıp doğayı dönüştürerek kazandıklarını savunur ve Ekolojik Emperyalizm isimli çalışmasında bu göçmenleri neo-Avrupalılar olarak tanımlar. 8 Braudel’in ifadesiyle “Avrupa’nın Atlantik’in ötesinde kendi görüntüsünde yeni bir dünya yaratması” 9 çok uzun zaman almıştır. Kuzey Amerika’ya akan yerleşimci toplulukları beslemek için göçmen güvercinlerin yaşam alanı olan, kışın yaprak döken ormanlar ortadan kaldırılıp tarım arazilerine dönüştürülür. Aynı döneme denk gelen örgütlü tıbbın yükselişi (aşıların yaygınlaşması ve modern hastanelerin doğuşu) insan nüfusunun daha da artmasıyla sonuçlanır. 10 Göçmen güvercinler için daha fazla insan, daha çok aşırı avlanma ve yaşam alanlarının daha da daralması anlamına geliyordu.
Kolonyalizm ve emperyalizm arasındaki benzerlikler ve farklar daha uzun bir tartışmanın konusu olsa da iki kavramın birbiriyle bağlantılı olduğu açıktır ve John Gerrard pek çok çalışmasında emperyalizmin farklı yüzlerine odaklanır. Kimi teorisyenlerce 20. yüzyıl emperyalizminin en belirleyici unsurlarından biri olan petrol kaynaklarına erişim mücadelesi Gerrard’ın çalışmalarında metaforik döngüler olarak karşımıza çıkar. Benim gibi sosyal medyada güncel sanatı takip etmeyi seven okuyucular, Gerrard’ın pek çok sanal platform tarafından paylaşılan Western Flag (2017) isimli işini hatırlayacaklardır. 11 Gerrard bu işinde bakışını dünyada petrolün ilk kez bulunduğu yer olan Teksas’taki Spindletop bölgesine çevirir. Rezervin keşfinin ardından petrolün dokuz gün boyunca fışkırmaya devam ettiği Lucas Kuyusu’na dikilmiş bir direkten, bayrak gibi dalgalanarak tüten kara duman 20. yüzyıl Batı emperyalizmine yönelik keskin bir eleştiri getirir. Sanatçı, sondaj kulelerinin dijital tasvirleri olarak kurguladığı diğer işlerinde Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’daki petrol kuyularının görüntülerini bilgisayar simülasyonlarına dönüştürür. 12 Animated Scene ismini taşıyan bu seriye ait ilk iş Gerrard’ın Borusan Contemporary’deki 2014 tarihli tek kişilik sergisinde gösterilmişi. 13
Gerrard’ın Animated Scene serisi ve Endling (Martha) arasında bir benzerlik daha vardır. Sanatçı petrol sondaj kulelerini yeniden ürettiği simülasyonlarını portre olarak tanımlar. Endling (Martha) işini de ilk bakışta bir hayvan portresi olarak düşünebiliriz. Ancak her iki örnekte de klasik portre geleneğinin çerçevesini zorlayan bir formülasyon söz konusudur. Bu benzerlik Gerrard’ın çalışmalarında sanat tarihine içkin kavramlar üzerine yeniden düşünme, bu kavramları günümüz teknolojileri ve ifade araçlarıyla dönüştürerek yeniden sunma istediğinden ileri gelir. Robin Mackay, sanatçının Borusan Contemporary’de gerçekleşen sergisi “Exercise” için yazdığı metinde bu noktaya değinmiş, Gerrard’ın çalışmalarının portre, manzara ve tarihi resim arasındaki ayrımları bozan niteliğini vurgulamıştı. 14 Belki hem Animated Sceneserisindeki işler hem de Endling (Martha)gösterdiklerinden ziyade göstermedikleri aynı şeyin portresidirler: doğal kaynakların sınırsız olduğunu varsayarak hırsla onları tüketme yarışına giren insanın portresi. Aslında tanıdık olan ancak hâlâ bütünüyle kavrayamadığımız bu portreyi daha net görebilmek için son yirmi yıldır gitgide yoğunlaşan Antroposen tartışmalarına bakmamız gerekiyor.
Antroposen, insanların yeryüzündeki kara ve su sistemleri, atmosfer ve diğer canlı organizmalar üzerinde dönüştürücü etkilerinin gözlendiği jeolojik devir için önerilen bir kavram. Antroposen’in başlangıcı için Neolitik Devrim’den İkinci Dünya Savaşı’na kadar çeşitli tarihler düşünülse de ağırlıklı görüş, insan etkisinin 20. yüzyılın ortalarından itibaren diğer dönemlerle karşılaştırılamayacak ölçüde arttığı yönündedir. 2000’li yılların başından itibaren popülerleşen kavramla ilgili tartışmalar yoğunlaşarak devam ediyor. Kimilerine göre Antroposen “karizmatik bir mega-kavram” olmanın ötesine geçmez. Donna Haraway ve Jason Moore’un başını çektiği bazı teorisyenler ise Antroposen kavramının işaret ettiği durumun önemini teslim eder ancak ismindeki denklik vurgusunun yanlış olduğunu savunurlar. Onlara göre yeryüzündeki ekolojik felaketin sorumluluğunu tüm insanlığa eşit olarak dağıtmak mümkün değildir ve içinde yaşadığımız jeolojik devir için uygun olan ifade Kapitalosen’dir. Ancak bu isimlendirmeyle ilgili de eleştiriler vardır. Kapitalosen, Antroposen’in çağrıştırdığı varoluşsal krizi ve insanın kırılganlığını ifade etmekten uzaktır çünkü sorun kapitalizmin kendisinden bile büyük olabilir. 15 Haraway, Antroposen kelimesini pek sık olmasa da kullanmaya devam edeceğini ancak asıl tercih ettiği ifadenin Kapitalosen olduğunu belirttiği Tentacular Thinking (2016) isimli kitabında yeni bir isim de önerir: chthulucene. Yaşadığı Kaliforniya’da görülen ve Latince ismi Pimoa cthulhu olan bir örümcekten esinlenerek geliştirdiği kuramıyla farklı canlı türleri arasındaki sınırların önemini yitirdiği bir düşünce sistemi geliştirmek ister. Eğer insanın yeryüzüne verdiği zarar geri dönüşsüzse – ki bazı bilim insanları bu noktaya hızla yaklaştığımızı düşünüyor – içinde yaşadığımız dönemin adıyla ilgili münakaşalar, ismini bile söyleyemeyecek hale gelmiş, ölmek üzere olan bir hastanın nasıl çağırılması gerektiğini tartışmaya benziyor.
Endling (Martha) simülasyonunuve Animated Scene serisindeki işleri yine göstermedikleri şeyler üzerinden ancak bu kez farklı portreler olarak da okuyabiliriz. Petrol sondaj vinçlerinin hareketlerini izlerken bu makinelerin üzerlerine yerleştikleri rezervleri veya Martha’ya bakarken gerçek sayısı bir türlü hesaplanamamış göçmen güvercin popülasyonunun tümünü göremeyiz. Ancak her iki iş de ekranın dışında kalan bu devasa kütlelere işaret ederler. Bu noktada, Gerrard’ın portreyi ele alış biçimine, Antroposen çalışmalarında etkin teorisyenlerden biri olan Timothy Morton’un hipernesneler kavramıyla yaklaşmak istiyorum. Morton, hipernesneleri “insanlarla karşılaştırıldığında uzaya ve zamana çok büyük ölçeklerde yayılan” şeyler olarak tanımlar. 16 Bir kara delik veya Güneş Sistemi birer hipernesne olarak düşünülebilir. İnsanların ürettiği tüm plastik poşetler ve çevresindeki ekosisteme büyük zarar veren, Ekvador’daki Lago Agrio petrol rezervi de Morton’un hipernesnelere verdiği örnekler arasındadır. Buradan hareketle Gerrard’ın Animated Scene serisindeki işlere isimlerini veren diğer petrol rezervlerini de hipernesneler olarak değerlendirmek yanlış olmaz. 19. yüzyılın ortalarındaki kayıtlarda tarif edilen göçmen güvercin sürülerinin, kimi hesaplamalara göre dünyanın çevresini 22.6 kez dolanacak uzunlukta olduğu 17 bilgisi doğruysa, yeryüzündeki binlerce yıllık göçmen güvercin varlığını da bir hipernesne olarak tanımlamakta sakınca olmasa gerekir. Morton’un önerdiği kavramsal çerçeve içinde Gerrard’ın simülasyonları, göstermeyip işaret ettikleri hipernesnelerin portrelerine dönüşürler.
Morton’a göre hipernesneler epistemolojiyi gerçeklik içinde yeniden konumlandırmayı mümkün kılar. Zihni bilinebilir dünyanın ötesine taşıyan transandantal sıçramalar hipernesnelerle karşılaştığımızda imkansızlaşır. Dünyaya dışarıdan bakabilen bir zihin yoktur; zihin ve zihnin ürettiği dil dünyanın içindedir. Dolayısıyla meta-dil de yoktur. Üzerine düşündüğümüz ve söz söylediğimiz fiziksel gerçekliğin içinde yaşarız. Morton’a göre hipernesnelerin yadsınamaz gerçeklikleri ve insan zihninin algılama kapasitesini aşan büyüklükleri kinik eleştirel tutumların meseleleri açıklayabilme kapasitelerini zayıflatır. Morton hipernesnelerle ilgili bilmediğimiz pek çok şey olduğunu ve artık her şeyi açıklama iddiası taşıyan bir meta-dile sahip olmadığımız için benzetmelerin, karşılaştırmaların başka bir deyişle metaforların yeniden işlevsellik kazandığını savunur. 18 Bu bağlamda, Gerrard’ın Endling (Martha) simülasyonunu soyu tükenmiş tüm göçmen güvercinlerin hatta insan eliyle yok edilmiş tüm canlı türlerinin metaforu olarak okuyabiliriz. Yazımın başından itibaren yapmaya çalıştığım şey de buydu.
Alex Blasdel, The Guardian için hazırladığı, Morton’la yaptığı görüşmeleri de içeren uzun makalesinde Morton’un düşüncesini güncel tartışmalar içinde değerlendirir. Berbat başlığı haricinde Timothy Morton’un düşüncesine kapsamlı bir giriş sunan makale, Morton’a yönelik sert eleştirileri de aktarır. Tüm havailiğine rağmen Morton’un tezlerinde Antroposen’le ilgili dikkate değer içgörüler vardır. Örneğin küresel ısınmanın ve ekolojik yıkımın sebebi olduğumuzu bilmeden değil, bilerek aynı şeyleri yapmaya devam ederiz. Morton’un genelleyici yaklaşımı Antroposen’in farklı topluluklar, sınıflar ve cinsiyetler arasında açıkça eşitsiz dağılan sorumluluk yükünü görmezden gelir ve tezlerinin en sorunlu yanı da budur. Bununla beraber korkulan felaketin çoktan gerçekleştiği iddiasından hareketle “karanlık ekoloji” kavramını önerir. “Karanlık ekoloji” gelecekle ilgili beklentilerimizde bilişsel bir sıçramanın, ardından gelecek muhtemel davranış değişikliklerinin ve çeşitli aksiyon olasılıklarının ateşleyicisi olma potansiyelini taşır. Morton, insanların egemenlik iddialarından vazgeçerek başka türlerle beraber yaşayabileceklerini savunur ve bu noktada diğer Antroposen düşünürleriyle birleşir. “Karanlık ekoloji” kavramı John Gerrard’ın başka bir işini akla getirir. Sanatçı, X. laevis (Spacelab) isimli simülasyonunda insanların dünyayı terk etmek zorunda kalmasının ardından, uzayda sıfır çekiminde üremeye devam edebilen kurbağalarla ortak yaşamın mümkün olup olmadığını sorgular. 19
Fuller avlanma ve ormansızlaşmanın yanında göçmen güvercinlerin yok oluşlarını hızlandıran bir başka faktörün bu kuşların doğasından ileri geldiğini düşünüyordu. 20 Göçmen güvercinler sosyal ve girişken hayvanlardı; neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar insanlardan korkmuyorlardı ve sürünün varlığı yaşamlarını sürdürmeleri için elzemdi. Göçmen güvercinlerin bir zamanlar yeryüzündeki en kalabalık kuş türlerinden biri olmalarını sağlayan bu özellikler, kritik eşik aşıldıktan sonra soylarının tükenmesine zemin hazırlamıştı. John Gerrard, Naz Cuguoğlu’yla yaptığı röportajda Endling (Martha) simülasyonunu şamanik bir insan ve kuş hibritine benzetiyordu. Belki bizler de egemenlik ve yok oluşun şaşırtıcı biçimde nasıl aynı kaynaktan türeyebileceğini, hem geçmişi bilen hem de gelecekten haberler getiren bu şamandan öğrenebiliriz.
2- Fuller, Errol, The Passenger Pigeon, New Jersey: Princeton University Press, 2015, s. 114
3- https://naturalhistory.si.edu/research/vertebrate-zoology/birds/collections-overview/martha-last-passenger-pigeon
4- Fuller, Errol, The Passenger Pigeon, New Jersey: Princeton University Press, 2015, s. 117
5- John Gerrard’s interview with Naz Cuguoğlu, https://blog.borusancontemporary.com/tr/blog-john-gerrard-ile-endling-martha-uzerine_2042
6- Fuller, Errol, The Passenger Pigeon, New Jersey: Princeton University Press, 2015, s. 9
8- Crosby, Alfred W., Ecological Imperialism, New York: Cambridge University Press, 2004, s. 148-9
9- Braudel, Fernand, The Perspective of the World, Berkeley: University of California Press, 1992, s. 388
10- De Landa, Manuel, Çizgisel Olmayan Tarih, İstanbul: Metis Yayınları, 2019, s. 205-6
12- Universal (Near Iron Springs, Alberta), 2010; Lufkin (Near Hugo, Colorado), 2009; Sentry (Kit Carson, Colorado), 2009, Animated Scene (Oil Field), 2007
14- Mackay, Robin, Giriş, “Exercise” sergi broşürü, 1 Mart – 1 Haziran 2014, Borusan Contemporary, İstanbul
16- Morton, Timothy, Hyperobjects: Philosophy and Ecology after the End of the World, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2013, s. 1
17- Fuller, Errol, The Passenger Pigeon, New Jersey: Princeton University Press, 2015, s. 55-6
18- Morton, Timothy, Hyperobjects: Philosophy and Ecology after the End of the World, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2013, s. 1-27
20- Fuller, Errol, The Passenger Pigeon, New Jersey: Princeton University Press, 2015, s. 70-90
YAZAR HAKKINDA
İbrahim Cansızoğlu
İbrahim Cansızoğlu, İstanbul’da yaşayan sanat yazarı ve araştırmacı.
Lisans eğitimini burslu öğrenci olarak devam ettiği Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümünde tamamladı. Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Bölümünden hareketli görüntü estetiği üzerine hazırladığı yüksek lisans teziyle mezun oldu. Tezinden yola çıkan araştırmalarını University of Reading, University of Hertfordshire ve University of Winchester’da düzenlenen konferanslarda sundu. London Film Academy’de eğitim gördü. İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültelerinde film, görsel teori, görsel kültür ve güncel sanat üzerine dersler verdi.
2012 -2015 yılları arasında Galeri Nev İstanbul’da çalıştı. 2017 yılında Protocinema Yükselen Küratör Serisi kapsamında ve bağımsız projelerde küratörlük görevi üstlendi. Sanat Dünyamız ve Art Unlimited dergilerinde yazılar ve röportajlar yayınlamaya devam ediyor. Çevrimiçi sanat yayını Argonotlar için yazmayı sürdürüyor.