İbrahim Cansızoğlu: New York’taki New Museum of Contemporary Art’ın inisiyatifiyle oluşturulan ve bir müzenin öncülük ettiği; sanat, tasarım ve teknoloji odaklı ilk kültür inkübasyon merkezi olan NEW INC’nin kurucu direktörüsünüz. Göreviniz süresince kurum için nasıl bir program hazırladınız ve NEW INC’deki deneyiminiz izleyen yıllarda bağımsız bir küratör olarak çalışmalarınızı nasıl şekillendirdi?
Julia Kaganskiy: Aslında NEW INC, UVA (United Visual Artists) gibi kolektif çalışan sanatçı stüdyolarından çokça ilham aldı. Kurumdaki görev sürem boyunca programa katılan pek çok sanatçı ve tasarımcı hem kendi yaratıcı pratikleri hem de stüdyolarının operasyon modeli bağlamlarında UVA’den bir esin kaynağı olarak söz ediyorlardı. UVA, özel üretim yazılımlar ve donanımlarla çalışan sanatsal projelerini üretmek için yeni teknolojileri sonuna kadar kullanan bütün bir yeni medya sanatçıları ve tasarımcıları kuşağını etkiledi. Bu kuşağa mensup üreticilerin pratikleri, yeni bir görsel dil oluşturmak ve aynı zamanda teknolojinin kültürü şekillendirmedeki artan rolü üzerine kafa yormak için sanat ve mühendisliği özgün biçimlerde birleştiriyor. Böylesi bir çalışma, ki bunun bir tür Gesamtkunstwerk 1 olduğunu söyleyebiliriz, çoğunlukla iş birliğine dayanan bir yaklaşımı gerektirir; görsel sanatlar, mimari, performans, müzik kompozisyonu, mühendislik ve daha pek çok alana dair uzmanlıkları bir araya getirir. Son derece multidisiplinerdir; hâlâ resim, heykel, fotoğraf gibi satılması, bir koleksiyona dahil edilmesi daha kolay olan geleneksel ifade araçlarına ve tek bir sanatçı etrafında şekillenen basmakalıp sanat modellerine meydan okur. New Museum, günümüzdeki yaratıcı pratiklerin yeni destek modellerini gerektiren biçimlerde dönüştüğünün farkındaydı. NEW INC, kültür üretiminin yeni formları için bir inkübasyon merkezi ve deneysel yaratıcı pratiklerin sürdürülebilirliğini sağlamak için yeni modellerin test edildiği bir mekân olarak kuruldu.
Bir küratör olarak şimdiki ânı hem form hem de içerik olarak yansıtan sanata kendimi her zaman yakın hissettiğimi fark ediyorum. Bu benim için dijital dünyayı araştıran; sayısal sistemler, sosyal medya, yapay zekâ, simülasyon, üç boyutlu teknolojiler gibi olguların kültür ve toplum üzerindeki etkilerini inceleyen sanatçılarla çalışmak anlamına geliyor. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, gezegenler arası uzaktan algılama sistemleri, iklim modellemeleri ve biyomühendislik gibi çevre bilimle bilgisayarların kullanım alanlarını kesiştiren pratiklerle daha yakından ilgilenmeye başladım. Bu değişiklik, kısmen de olsa şu an pek çok sanatçının dikkatini bu konuya çevirmesi gerçeğinden kaynaklanıyordu ve aynı zamanda sanırım çoğumuz için iklim krizinin gitgide daha çok aciliyet kazanması da bir başka etkendi. Genel olarak sanatçıların yaptıklarını takip etmeye çalışırım. Ayrıca baskın kültürel söylem içindeki boşlukların nerede olduğunu da görmeye gayret ediyorum; özellikle çok tutucu ve piyasa odaklı bulduğum ABD’de yeteri kadar tanıtılmayan veya desteklenmeyen yaratıcı pratikleri örnek gösterebilirim. Küratör olarak görevimin bir kısmı da günümüz kültürünün kıyısında bulunan ancak nerede olduğumuz ve nereye doğru gidebileceğimizle ilgili söyleyecek önemli şeyleri olan çalışmalar için bağlam ve platform yaratmak. Sanırım Marshall McLuhan’ın sanat mefhumunu, bir kültürün başına neler gelmeye başladığını anlamasına yardımcı olan bir tür “uzaktan erken uyarı sistemi” olarak değerlendirmesine katılıyorum.
United Visual Artists, Ufuk Noktası 3:1 #3, 2022.
Yerleştirme görüntüsü.
İC: Müzelerin kurumsal eleştirisi çoğunlukla sanat ekosisteminin sosyo kültürel yönlerine odaklanıyor. Ne var ki müzelerin teknolojik ilerlemeleri araştıran zorlayıcı sanat eserlerini kapsama, sunma becerilerinin ve fiziki gerekliliklerinin nadiren gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Kurumsal bağlamlar arasındaki alanda çalışırken küratöryel pratiğinizde bu konuları nasıl ele alıyorsunuz?
JK: Pek çok kültür kurumunun dijital sanatı koleksiyonlarına dahil etmekte ve sergilemekte hatta dijital teknolojileri iletişim ve arabuluculuk stratejilerinin bir parçası olarak benimsemekte oldukça yavaş hareket ettiği noktasında haklısınız. Bu çoğunlukla kurum içi uzmanlığın yetersizliğinden kaynaklanıyor; örneğin küratörler ve konservatörler yazılım veya ağ temelli sanatın spesifik ihtiyaçlarını okumakta eksik kalabiliyorlar. Bu tarz çalışmalar gerçekten de zorlayıcı olabilir, kılı kırk yarmayı gerektirebilir, değişken parametrelere bağlıdır, bir resmin veya bir heykelin ihtiyaç duyduğundan daha çok bakım ve özen gerektirebilir. Üstelik müzeler, özellikle kalıcı bir koleksiyona ve kültürel mirası korumaya yönelik bir yetkiye sahip olanlar çoğu zaman epey tutucu olabilirler; genellikle teknolojik gelişmenin yüksek hızıyla ve eski teknolojilerin kolay eskimesiyle ters düşecek biçimde daha yavaş ve hesaplı bir tempoyla hareket edebilirler. Müzeler ve kâr amacı gütmeyen sanat kurumlarının çoğu zaman kaynaklar, finansman ve personel konularında eli kolu bağlıdır ki bu benim anlayışla karşıladığım bir durum. Yine de kariyerim boyunca müzelerin dijital medyayı bünyelerinde barındırmasının önemini savundum. Çalışmaya ilk başladığım yerlerden biri, MoMA’da kalıcı ve geçici sergiler kapsamında dijital medyanın eğitim ve yorumlama faaliyetlerini nasıl destekleyebileceğini tasarlamak üzere görevlendirildiğimiz ve o zaman yeni kurulmuş olan Dijital Öğrenme departmanıydı. Yakın zamanda NEW INC’de çalışırken Knight Vakfı iş birliğiyle odağında müze teknolojileri olan özel bir bölümün kurulmasına öncülük ettim. Müzelerin dijital medya ile ilgili kapasite ve yeterliliklerini artırmanın kurumların zamana uyum sağlayıp evrilmeleri ve izleyicilerin değişen beklentilerini karşılayabilmeleri için önemli olduğuna inanıyorum. Eğer bu yeterlilikler geliştirilmezse uzayan kapanma dönemlerinin sonucu olarak dijital programlara doğru keskin bir dönüşü gördüğümüz pandemi gibi durumlara uyum sağlamak oldukça güç hale gelebilir.
Kendi küratöryel pratiğim açısından baktığımda sonuçta çoğunlukla “pop-up” sergi, festival, Kunsthalle (Almanca konuşan ülkelerdeki kamusal sanat kurumları) ve Borusan Contemporary gibi zamana dayalı medyada uzmanlaşmış galeri formlarına bürünen daha deneysel sergi mekânlarıyla çalıştığımı görüyorum. Programlarına dijital medyayı daha çok dahil etmek isteyen, bu tercihin neleri gerektirdiğini anlamak konusunda yardıma ihtiyaç duyan, etkin stratejiler ve planlarla bu dönüşümü gerçekleştirmeyi hedefleyen kültür kurumlarına danışmanlık da veriyorum. Sanal bir serginin fiziki bir sergiden yüzde yüz daha iyi olacağına asla inanmıyorum ancak dijitalde doğan işler üreten pek çok sanatçının var olduğu gerçeğinin teslim edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu işlerin orijinal bağlamlarından koparılmadan sunulmaları gerektiğine de inanıyorum. Geldiğimiz noktada dijital, günümüz kültürünün o kadar temel bir parçası ki ondan kaçınmanın veya onu göz ardı etmenin imkânsız olduğunu hissediyorum.
United Visual Artists, Etimolojiler, 2022, (detay).
İC: Jungçu yaklaşım güncel sanatla ilgili söylemlerde etkisini sürdürmeye devam ediyor. Bildiğim kadarıyla bu çerçevedeki başlıca girişimlerden biri 55. Venedik Bienali’nde küratör Massimiliano Gioni tarafından Kırmızı Kitap’ın ana tema olarak belirlenmesiydi. Özellikle Jung’un eşzamanlılık kavramı gitgide daha bağlantılı hale gelen dünyamızla ilgili değerli içgörüler sunuyor. UVA: Kaosun Eşiği sergisinde United Visual Artists’in ürettiği sipariş işlerden biri de Jungçu yaklaşımı farklı bir düzlemde ele alıyor. Etimolojiler isimli bu işi neden seçtiniz ve sizce bu eser günümüz gerçekliğiyle nasıl bir etkileşime giriyor?
JK: Etimolojiler’in bu yeni versiyonu, aslında hem Jung hem de Frued’un toplu metinlerinden yararlanıyor; bilinçaltı ile ilgili çok farklı teoriler öneren ve kısmen de olsa çekişmeli bir ilişkileri olan bu iki ünlü psikanalisti, şu an yaşamıyor olsalar da bir tür diyaloğun içine sokuyor. Bu yazarların metinleri, işi üretmek için kullanılan veri yığınını oluşturdu, yazılar algoritmik olarak sınıflandırıldı ve “korku”, “kuşku” gibi çeşitli anahtar kelimelere göre yeniden organize edildi; daha sonra kelimeler kusursuz örüntülere indirgendi. Bu durum izleyicileri yeni çağrışımlar kurmaya ve çıkarım, mantık arama, metin parçacıklarındaki şiirselliği yakalama süreçleriyle yeni anlamlar oluşturmaya davet ediyor. Algoritmanın müdahalesi, metinleri bağlamından kopararak orijinal anlamı maskelemeye veya bulanıklaştırmaya yarıyor ve sonuç olarak algılanan her türlü bağlantı yalnızca kendi sübjektifliğimizin muhtemel bir izdüşümü haline geliyor. Bundan dolayı eser, birbirleriyle anlamlı bir şekilde ilintiliymiş gibi görünen ancak bir neden sonuç ilişkisi içinde olmayan durumların ve olayların birleşimiyle veya Jung’un eşzamanlılık kavramıyla yakından bağlantılı. Jung için bu olgu, özneler arasılık fikriyle veya insanların bilişsel perspektifleri arasındaki münasebetle birebir ilişkiliydi. Etimolojiler işinde sevdiğim şey özneler arasılık alanına algoritmik bir model aracılığıyla makineyi takdim ediyor olması. Günümüzde otomatik öğrenme, sinir ağları ve yapay zekâ olarak ifade edilen olguların diğer formlarını düşündüğümüzde, bunların çoğunlukla insanların kendileri ve çevrelerini saran dünya hakkında ürettikleri çok geniş veri koleksiyonları üzerinde çalışan algoritmik modeller olduğunu görürüz. Her ne kadar açıkça beyaz, Batılı ve eril bir normatifliğin etkisi altında kalsa ve asla yanlışsız, mükemmel bir temsil sunmasa da bunlar muhtemelen “kolektif bilinçaltı” kavramına en yakın olan şeyler. Yani bir bakıma yapay zekânın kendisi de eşzamanlılığa benzer bir prensiple çalışıyor; yeni içgörüler sağlayabilecek ya da tamamen yanlış ve yanıltıcı olan verilerin içinde çoğunlukla rastlantısal olmayan bağlantılar buluyor.
İC: UVA: Kaosun Eşiği sergi broşüründeki makalenizde de belirttiğiniz gibi bilgi çağı sınırlı bilişsel mekanizmalarımıza yeni zorluklar çıkarıyor. Aşırı bilgi yüklemesi bizi daha kaygılı hale getiriyor ve dikkat aralığımız önemli ölçüde kısalıyor. Sizce teknoloji ve sanat arasındaki kesişmeler bu bilişsel krizi iyileştirebilir mi?
Julia Kaganskiy
JK: Doğruyu söylemek gerekirse emin değilim. Sanatın sosyal medyadan, internetin çılgın hızından ve iş saatleri dışında da her zaman müsait olmamızın beklendiği çalışma kültüründen kaçmamıza yardımcı olarak derin düşüncelere dalıp gidebilmemiz için bir alan sunduğuna kesinlikle inanıyorum. Kuşkusuz ki günümüzde çoğu insan müze ve galerileri özçekimlere uygun kaliteli arka planlar gibi görüyor ancak bence derin düşünmeyi teşvik etme potansiyeli kesinlikle olduğu yerde duruyor; UVA: Kaosun Eşiği sergisindeki Akış Resimleri, Ufuk Noktası ve Evreler oldukça meditatif işler. Her biri gerçekten de dikkati, yakın gözlemi, zaman ayırmayı ve orada bulunmayı gerektiriyor.
Sanat ve teknoloji arasındaki karşılıklı etkileşime dönecek olursak bilişsel krizimizi iyileştirebileceğinden emin değilim ancak farklı perspektifleri, yaklaşımları, bilme biçimlerini bir araya getirmenin içsel bir değeri olduğuna inanıyorum. Tecrübelerime dayanarak sanatçıların teknoloji uzmanlarından daha farklı sorular sorduklarını, teknolojiyi çoğunlukla yaratıcı biçimde amacı dışında kullandıklarını, ayrıca teknolojik sistemlerin kültürel, sosyal, politik ve ekolojik etkilerine daha duyarlı olma eğilimi gösterdiklerini söyleyebilirim. Tüm bunlar, şiir, güzellik ve duygusal bağlantıyı dışlamak pahasına verimlilik, üretkenlik ve kâr maksimizasyonu gibi amaçlarla ilerleyen teknolojik gelişmeye dair “eski tas eski hamam” tarzı yaklaşımlara karşı son derece kıymetli müdahaleler. Teknoloji, özünde kötü şeyler olmayan mantık ve rasyonelleştirme adına optimizasyonu ister ancak süreç içerisinde insanlığımızı kaybetmemek için bunların sanat gibi şeylerle yumuşatılmaları gerekir. Bir teknoloji tarihçisi ve felsefecisi olan Lewis Mumford’un şu sözlerini hep çok sevmişimdir: “Nihai sınırına kadar zorlanan güç ve düzen, kendi kendine zarar veren tersyüz oluşa götürür: çözülme, şiddet, akıl hastalığı ve öznel kaos.” Bence sanat, irrasyonellik için alan zapt etmenin; irrasyonellikle kurulan ölçülemez ve optimize edilemez bir bağlantıyı korumanın yöntemlerinden biri.
İC: Sergide yer alan bir başka sipariş eser de Ufuk Noktası 3:1 #3 ismini taşıyor. United Visual Artists bu çalışmasında insan ve makine iş birliğiyle üretilen orijinal kompozisyonlar sunuyor. Karşılaştığı zorlukların ötesinde yapay zekâ teknolojilerinin yükselişiyle gelişen bilişsel kapasitemize de dikkat çekiyorsunuz. Bu sergi özelinde, insan ve makine zekâsının bir aradalığından estetik düzeyde nasıl yararlandınız?
JK: Sanatçılar bilgisayarlar ve yazılımlarla en azından 1950’lerden beri iş birliği içindeler ayrıca 1960’larda bile Computer-Generated Pictures (1965), Cybernetic Serendipity (1968) ve Software (1970) gibi yazılım sanatına ithaf edilen büyük sergiler vardı. Her ne kadar o zaman makineler çok daha güçsüz olsalar ve bütün bir odayı kaplasalar dahi süreç hiç de farklı sayılmazdı. Sanatçı bir bilgisayar programı yazıyordu (temel olarak bir dizi komut) ve bu program ya bir ekran üzerinde ya da kalemli çizici gibi bir başka çıktı cihazı aracılığıyla görüntü üretiyordu. Bu dönemde bilgisayarlar çoğunlukla teknoloji laboratuvarlarında bulunduğundan sanatçılar bilgisayar programlarıyla üretilen animasyon yazılımlarını ortaklaşa geliştirmek için sıklıkla Bell Labs gibi yerlerdeki mühendislerle iş birliği yapıyorlardı. Bence bu estetik bakış açısıyla ilgili cazip olan şeyin bir yönü de sürecin şans eseri keşiflerle belirleniyor olmasıydı; kural temelli bir sistem orijinal ve şaşırtıcı sonuçlar üretebiliyor, yeni estetik potansiyeller doğurabiliyordu. Pek çok açıdan bu yaklaşım hala geçerlidir; soyut geometrik formların ve ses kompozisyonlarının yöntemsel açıdan UVA tarafından belirlenen birtakım kurallar ve parametrelere dayanarak üretildiği Ufuk Noktası gibi işlerde bunu görebiliriz. Tutarlı biçimde ilginç kompozisyonlar üreten bir program yaratmak aslında müthiş derecede zordur ama sonuç çok memnun edici de olabilir. Ufuk Noktası’nın bu versiyonu için UVA ilk kez bir renk paletini uygulamaya koydu ve eserde kullanılan yazılım kimi zaman UVA stüdyosunun normalde asla seçmeyeceği renk kombinasyonları üretti. Dolayısıyla bu yöntem, estetiği bir bakıma yeni bir yöne sevk ediyor. Öte yandan Evreler işinde olduğu gibi yapay zekâ ekolojik veya yörüngesel veri tabanlarından elde edilen karmaşık ve karşılıklı etkileşen veri kümelerini sentezlemekte oldukça başarılı. Ham veri setlerine anlam vermek bizim için imkânsızken makine zekâsı bilgiyi ayrıştırmada, gürültünün içindeki sinyalin yerini saptamada veya bizim için daha anlaşılır bir forma çevirmede yardımcı olabiliyor. Tabii ki yakın zamanda Dall-E, Midjourney, GPT-3 gibi insan girdileri ve talimatlarıyla görsel veya yazımsal makine çıktıları arasında karşılıklı değiş tokuşların gerçekleştiği öğrenme temelli yapay zekâ sistemlerinin akınıyla karşılaştık. Bu, sanatçıyla çağrının ve yanıtın var olduğu yapay zekâ sistemi arasında neredeyse diyaloğa benzeyen bir ilişki yaratıyor ve adım adım birbirleriyle nasıl iletişim kurabileceklerini öğrenir hale geliyorlar. Şu an piyasada bulunmayan böyle araçların yaygınlaşmasının yeni ve henüz keşfedilmemiş estetik alanları araştırmak için kendi yazılımlarını üretebilen sanatçıları nasıl teşvik edeceğini görmek ilginç olacak.
YAZAR HAKKINDA
İbrahim Cansızoğlu
İbrahim Cansızoğlu, İstanbul’da yaşayan sanat yazarı ve araştırmacı.
Lisans eğitimini burslu öğrenci olarak devam ettiği Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümünde tamamladı. Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Bölümünden hareketli görüntü estetiği üzerine hazırladığı yüksek lisans teziyle mezun oldu. Tezinden yola çıkan araştırmalarını University of Reading, University of Hertfordshire ve University of Winchester’da düzenlenen konferanslarda sundu. London Film Academy’de eğitim gördü. İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültelerinde film, görsel teori, görsel kültür ve güncel sanat üzerine dersler verdi.
2012 -2015 yılları arasında Galeri Nev İstanbul’da çalıştı. 2017 yılında Protocinema Yükselen Küratör Serisi kapsamında ve bağımsız projelerde küratörlük görevi üstlendi. Sanat Dünyamız ve Art Unlimited dergilerinde yazılar ve röportajlar yayınlamaya devam ediyor. Çevrimiçi sanat yayını Argonotlar için yazmayı sürdürüyor.