Blog

Jérôme Sans ile İçimdeki Şehir üzerine bir söyleşi

25 Şubat 2025 Sal

Naz Cuguoğlu, Doug Aitken’in İçimdeki Şehir sergisini küratör Jérôme Sans ile konuşarak sergiyi keşfediyor, kent yaşamını ve modern yalnızlığı derinlemesine ele alıyor.

NAZ CUGUOĞLU
nazcuguoglu@gmail.com

Naz Cuguoğlu: İçimdeki Şehir sergisini, pandemi sonrası kent yaşamı ve bağlanma üzerine bir yansıma olarak nasıl kurguladınız?

Jérôme Sans: İçimdeki Şehir;  yaşadığımız dünyayı, günümüz metropollerini ve dijital manzaraları ele almakta. Dünya giderek daha fazla bağlantılı ve birbirine bağlı hale geliyor. Bu paradoksal durum, bizleri sonsuz bir bilgi akışının taşıyıcıları hâline getirirken aynı zamanda yalnızlaştırıyor. Doug Aitken, çağdaş hayatın bu çelişkisini inceliyor. Ne kadar bağlı olursak, o kadar izole hissediyoruz. Aitken, yeni teknolojilerle benzeri görülmemiş bir hızda değişen dünyamızda, bize ‘nefes almak için yavaşlamayı’ öneriyor. Tıpkı 3 Modern Figür (nefes almayı unutma)(2018) adlı heykelsi eserinin ima ettiği gibi…

Sanatçının sergideki filmleri, hem kendi durumumuza hem de çevremizde değişen manzaralara ayna tutuyor: Bayraklar ve Enkaz (2021); pandemi dönemindeki ürkütücü derecede boş bir şehri gösterirken, uyurgezerler (2007) hayaletimsi karakterleriyle New York’un çılgın enerjisini yakalıyor. iki kere düşünme II (2006) gibi eserleri ise içine düşebileceğimiz zaman kapsülleri olarak düşünülebilir. Ya da bir başka tekstil çalışmasının adının da önerdiği gibi: Dünyayı ve diğer insanları hissedebilmek için düzenli olarak bir “Dijital Detoks” yapmalı mıyız? Doug Aitken, bizi; kendimizi, yaşadıklarımızı, nasıl yaşadığımızı, bugünün ve yarının kentlerinin değişen yüzlerini sorgulamaya davet ediyor.

NC: Aitkenin eserleri genellikle yalnızlık ve aşırı bağlantılılık arasındaki zıtlığı ele alıyor. Borusan Contemporarynin bulunduğu İstanbul bağlamında bu paradoksları nasıl yorumlarsınız?

Jérôme Sans: Boğaz’a bakan Borusan Contemporary, bir kesişim noktasında yer alıyor. Farklı gerçeklikler, Avrupa ve Asya, geçmiş, bugün ve gelecek arasında… Bu benzersiz kültürel kesişim, Doug Aitken’in eserleriyle doğal bir yakınlık oluşturuyor. Sanatçının işleri de şehir ve gelecek için bir “işaret” gibi işlev görüyor. İçimdeki Şehir tek bir kentin portresi değil; İstanbul, Paris, Los Angeles, New York, İspanya ve daha birçok yerin bir araya getirdiği küresel bir alanın yansıması. Bu sergi, tıpkı günümüz dünyası gibi, hareket halinde, coğrafi sınırların ötesinde şekillendi.

Doug Aitken, Yükselen Merdiven, 2024.
Sergiden görünüm; Sanatçının ve Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu izniyle;
Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.

NC: Borusan Contemporary'nin mimarisi içinde "mekâna özgü bir yolculuk" yaratma yaklaşımınızı anlatır mısınız?

JS: Borusan Contemporary, tamamen sanata adanmamış ofisler ve farklı bölümlerle iç içe geçmiş, geleneksel olmayan bir sergi alanı. Bu mimari içinde bir yolculuk yaratmak; gerçek dünya düzenini olduğu gibi ele almak ve her şeyi bir akış içinde birbirine bağlamakla ilgiliydi. Bunun için binanın bütünsel yapısını göz önünde bulundurduk ve mantıklı bir başlangıç noktası olarak girişten başladık. Burada, Marcel Duchamp’ın ikonik Nude Descending the Staircase(1912) eserine ters bir referans olarak tasarlanan Yükselen Merdiven (2024) adlı yeni bir sipariş çalışması da yer alıyor. Sürekli değişen bu eser, izleyiciyi kaydederken aynı anda çevresini de yansıtıyor. Sürekli hareket halinde olan, çağdaş bilgi akışına benzer bir yapıya sahip; adeta hafızası olmayan, kendi kendini yok eden, arşiv oluşturmayan, sadece anlık verileri yansıtan ve sürekli yeni şeyleri yakalayan dönen bir güvenlik kamerası gibi… Sergide yer alan diğer eserler farklı anlatılar ve teknikler içeriyor, çoğu da izleyiciyi içine çeken deneyimler sunuyor. Bu proje, Borusan Contemporary’nin mekânsal yapısı göz önünde bulundurularak, insanı içine çeken bir yolculuk gibi tasarlandı.

NC: Aitken, Beat Kuşağı’nın ruhunu 21. yüzyıl meseleleriyle harmanlıyor gibi görünüyor. Sizce eserleri bu tarihsel ve çağdaş etkileri nasıl uzlaştırıyor?

JS: Doug Aitken’in eserleri, Jack Kerouac tarzı bir felsefeyi günümüze taşıyor. Sanatçı, bizi her zaman “yeniden yola çıkmaya” davet ediyor, manzarayı ve onu aşmanın getirdiği özgürlüğü yeniden deneyimlememizi sağlıyor. Çevresine duyarlı olan çalışmaları, bulunduğu mekâna doğal bir şekilde uyum sağlıyor. Aitken için her şey hareket halinde gerçekleşiyor. Sanatı, bir manzarayı kat etme deneyimiyle doğrudan bağlantılı. Onun eserlerinde özel bir büyü var: Bizi başka bir yere, farklı bir dünyaya taşıma gücü.

Bu yönüyle 1960’ların Beat Kuşağı’nın çalışma yöntemini miras alıyor, öte yandan ele aldığı temalar son derece güncel. Çalışmaları modernitenin hızlı temposuna ve akışkan yapısına yanıt verirken, aynı zamanda aşırı hızlanmaya kendi çalışma biçimiyle direniş gösteriyor. Aslında, olağanüstü karşılaşmalar ve anlar yaratmak için bilinçli olarak yavaş, neredeyse anakronik süreçlere dayanıyor. Örneğin, Yeni Ufuk (2019) eserindeki sıcak hava balonları ya da Bir İstasyondan Diğerine (2013) projesindeki trenler gibi. Bir İstasyondan Diğerine (2013), New York’tan San Francisco’ya üç hafta süren bir tren yolculuğu olarak tasarlanmış hareketli bir ışık heykeliydi. Yol boyunca dokuz durak yapan tren, etkinlikler düzenleyerek içerik yayımlıyordu. Adeta gezici bir festival, sanatçılar, müzisyenler ve kültürel ikonlar için göçebe bir kuluçka merkeziydi. Bu yolculuk, Aitken’in yaklaşımını yansıtarak Amerikan destanını yeniden izliyor ve belirli bir dönemin yeraltı kültürünü canlandırıyordu. İzleyicileri olağanüstü, kapsayıcı deneyimlere dahil ederek sanatın sınırlarını genişletiyor ve 60’ların ütopyalarını anımsatan ancak bugünün dünyasına kök salmış alternatif bir macerayı yeniden yaşatıyor. Aitken’in dünyası, paylaşımın ve birlikte yaşamanın dünyası.

NC: Aitken, Bayraklar ve Enkaz (2021) eserinde olduğu gibi dikiş gibi zanaat tekniklerini dijital estetikle birleştiriyor. Sanatındaki el işçiliği ile sanal dünyanın bu etkileşimini nasıl yorumluyorsunuz?

JS: Bayraklar ve Enkaz (2021), pandemi döneminde ortaya çıktı. Doug Aitken, ilk kez kendi evinde bulduğu malzemeleri kullanarak, dikkatlice diktiği ve bir araya getirdiği artık kumaşlarla el yapımı duvar panoları üretti. Büyük bir titizlikle işlenen bu tekstil çalışmaları, 1960’ların ütopyasını şekillendiren el işçiliğine ve ev yapımı üretime bir dönüşü yansıtıyor. Aynı zamanda da günümüzün ekolojik "upcycling" (ileri dönüşüm) yaklaşımıyla da birleşiyor.

Parlak renkleriyle dijital estetiği çağrıştıran bu büyük ölçekli kolajlar, zanaatkârlık ile sanal dünyayı iç içe geçiriyor. Brion Gysin ve William S. Burroughs’un cut-up (kes-yapıştır) tekniğinden esinlenen Aitken, kumaşların içine kelimeler yerleştirerek "Dijital Detoks", "Demokrasi", "Bir Yerde/Hiçbir Yerde" gibi güçlü sloganlar oluşturuyor. Bu ifadeler, tanıdık terimleri şiirsel bir şekilde parçalayarak dilin yüzeyini yırtıyor ve altında yatan güç mekanizmalarını açığa çıkarıyor.

Sanatçının anlatıyı sıkça sorguladığı diğer çalışmalarında olduğu gibi, bu bayraklar da doğrusal olmayan bir görselliğe sahip. Dijital bozulmaları (glitch) andıran estetikleri, izleyicinin bazen içeriğe tam erişiminin engellendiğini ima ediyor. Aitken, Beat Kuşağı’nın kes-yapıştır tekniğini post-dijital çağa yeniden uyarlayarak, günümüzün parçalanmış ve kaotik bilgi tüketim biçimlerine doğrudan yanıt veriyor.

NC: Aitkenin eserleri, teknolojinin insan davranışı üzerindeki etkisini sıklıkla sorguluyor. Ziyaretçilerin kendi teknolojiyle ilişkilerine dair nasıl bir farkındalık kazanmalarını umuyorsunuz?

JS:Doug Aitken bana bir keresinde şunu söylemişti: “Evrimsel süreç, bize teknolojiyi nasıl kullanmak istediğimizi sorgulamak ve gereksiz olanı elemek için yeterli zamanı tanımadı.” Gerçekten de yalnızca 20 yıl içinde telefonlar bir lüksten vazgeçilmez bir ihtiyaç hâline geldi, hatta bedenimizin bir uzantısına dönüştü.

Aitken bu dönüşümü, 3 Modern Figür (nefes almayı unutma)(2018) adlı eserinde ele alıyor. Bu çalışmada, her biri kendi içine kapanmış üç hareketsiz figür, avuçlarında bir telefon olması gereken boş bir alanı sıkıca kavrıyor. İçlerinde sürekli değişen ışık titreşimleri, onları hem fiziksel olarak izole ediyor hem de bu içsel ritimlerle birbirine bağlıyor, böylece bağlantılılık kavramımızı yeniden şekillendiriyor.

Bir arkeolog gibi modern dünyayı kazıyan Aitken, zamanı dondurarak telefonların insan psikolojisini ve bedenini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor. Ellerinde hayali telefonlarıyla donmuş bu figürler, çağımızı tanımlayan duruşun adeta birer kalıntısı gibi duruyor. Teknoloji, dünyayı aydınlatan bir ışık olsa da burada bedenlerimizin içinden geçiyor. Ve yaydığı dalgalar her zaman olumlu değil. Ekran bağımlılığının hüküm sürdüğü çağımızda, Doug Aitken bizi bu bağımlılıktan arınmaya, dijital detoks yapmaya, kendimizi, başkalarını ve dünyayı yeniden düşünmeyi öğrenmeye davet ediyor.

NC: Sergide, Aitken’in Bayraklar ve Enkaz (2021), eserinde olduğu gibi ekolojik temaları ele alan eserlerini görüyoruz. Aitkenin çalışmaları aşırı tüketimin çevresel sonuçlarını nasıl irdeliyor?

JS: Doug Aitken, modern dünyanın hızı ve bağlanma biçimlerimiz gibi günümüzün en çağdaş meseleleriyle ilgilenirken, çalışmaları doğrudan olmasa da kaçınılmaz olarak ekolojik bir boyut taşıyor. Ancak Aitken’in eserlerinde mesaj asla doğrudan verilmez; anlam katmanlar hâlinde gizlidir. Protesto ruhuyla değil, bir yaşam ve çalışma biçimi olarak ele alınan bu yaklaşımda ekolojik mesaj doğal bir şekilde var olur. Kendi sözleriyle, bana şöyle demişti: “Çalışmalarım ekolojik temaları işliyor ama doğrudan bir çevre mesajı vermekten çok, manzaraları ve fikirleri farklı şekillerde ortaya koymaya odaklanıyorum.”

Bayraklar ve Enkaz (2021), insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan atıkların rüzgârda savrularak canlanıyormuş gibi göründüğü bir eser. Bu görüntü, çağdaş tüketim çılgınlığının izlerini taşıyor. Hem tekinsiz hem de zarif olan, kimliği belirsiz ve kumaşlara sarılmış bu figürler, modern yaşamın çarpıcı bir koreografisini oluşturuyor.

Bunun yanı sıra, uyurgezerler (2007); adlı video yerleştirmesi, New York’ta hareket hâlinde olan beş karakterin yaşamını anlatıyor. Parçalı bir anlatıyla iç içe geçen bu hikâyelerde, karakterler zamanla yok olup çevrelerine karışıyor. Kurye, postacı, elektrikçi, iş insanı gibi New York’un emek gücünü temsil eden bu beş figür, büyük şehirlerin durmaksızın işleyen ritmini gözler önüne seriyor. Bu yeni kent peyzajlarına dair araştırmaları ve onların temposu, ekoloji ve aşırı tüketimle doğrudan bağlantılı. Aitken, izleyicileri mevcut yaşam biçimlerimizi, işleyişimizi ve gittiğimiz yönü sorgulamaya davet ediyor.

Doug Aitken, uyurgezerler, 2007.
Sergiden görünüm; Sanatçının izniyle; 303 Gallery, New York; Galerie Eva Presenhuber, Zürih; Victoria Miro, Londra; Regen Projects, Los Angeles;
Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.

NC: İçimdeki Şehir aşırı bağlantılı bir dünyada modern yalnızlığı inceliyor. Bu serginin pandemi sonrası dönemde izleyicilerle nasıl bir bağ kurduğunu düşünüyorsunuz?

JS:Yalnızlık, çağımızın bayrağı hâline geldi. 60’lardan 80’lere kadar birliktelik ön plandayken, bugün tam tersine kapanma dönemini yaşıyoruz. Pandemi, teknolojilerin zaten başlatmış olduğu bu süreci hızlandırdı. Ekranlar, insanlara aktif bir katılımcı oldukları hissini verse de sosyal medya ağları aslında derin bir dışlanmışlık ve aidiyetsizlik duygusu yaratıyor.

Bugünün teknoloji çağı, Gösteri Toplumu kavramını doğruluyor; kimlerin "içeride" kimlerin "dışarıda" olduğunu belirleyen bir ayrım yaratıyor. Küçük bir merkez ve geniş bir çevre oluşuyor. Modern tarihte ilk kez, karantina döneminde dünya genelinde bir duraksama yaşandı. İnsanların ve bilginin sürekli akış hâlinde olduğu bir çağda, benzersiz bir yavaşlama anı doğdu. Zaman kavramı sorgulandı, durmak zorunlu hâle geldi ve insanlar dünyaya, kendilerine ve iç dünyalarına bakma fırsatı buldu.

Şehirler daha önce görülmemiş şekilde "çıplak" hâle geldi ve bağlanma biçimlerimiz kökten sorgulandı. Pandemi sonrası dönemde bu temalar güncelliğini koruyor, çünkü sanal alanların hızla gelişmesi, yeni iletişim biçimleri ve dijital manzaralar yaratmaya devam ediyor. Bu sergi, pandemi döneminde zirveye ulaşan bu dönüşümleri keşfediyor ve günümüzde hız kesmeden büyüyen bu olgulara ışık tutuyor.

NC: Aitken’ın kinetik ve kapsayıcı eserleri ise geleneksel müze deneyimlerini sorguluyor. Bu eserlerin izleyicinin sanat ve mekân algısını nasıl yeniden şekillendirdiğini düşünüyorsunuz?

JS: Doug Aitken, sanatın sınırlarını ve onun var olabileceği formları sürekli olarak zorluyor. Her projeye kendine özgü, tümüyle kapsamlı bir yaklaşım getiriyor. Onun eserleri, yaşamı, zarif anları ve kolektif büyüleyiciliği yeniden üreten, tekrar eden bir tür yaşam pratiği gibi. Bu projede Borusan Contemporary’nin iç mekanlarını kullanarak, onları genişletmeye, sonsuzlaştırmaya çalıştı. Kendisi bunu şöyle tanımlıyor: “Işıltılı bir duvarda bir dizi iyi aydınlatılmış resim görmek istemedim, kapıyı açıp bu girdaba düşmek istedim.”

Müze için yaptığı Yükselen Merdiven (2024) adlı eseri, mekânın mimarisini doğrudan oynatıyor. Aitken Kübizm hareketini hatırlatan bir şekilde, mekânı parçalıyor, çözümlüyor ve kesiyor. Tıpkı bir kaleidoskop gibi… Burada Marcel Duchamp’ın Merdivenlerden İnen Çıplak (1912) adlı ünlü tablosuna göndermede bulunarak bu hareketi tersine çeviriyor ve kendi “Yükselen Merdiveni”ni yaratıyor. Bir yüzyıl önce, Fransız sanatçı çevresindeki dünyayı kesip yakalayarak tuvaline taşıdı. Buradaysa, Amerikalı sanatçı tam tersini yapıyor ve çevresindeki yaşam alanını konu ediniyor.

Hareketli heykel, bugün her şeyin ve herkesin kaydedildiği dünyamızın bir metaforu. Ancak burada, hiçbir hafızası yok ve izleyici buna katılmayı seçme hakkına sahip. Ayrıca, 2007’de New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nin (MoMA) dış duvarlarına projeksiyonlarla yerleştirilen video yerleştirmesi uyurgezerler (2007) Borusan’daki sergiyle ilk kez iç mekanlarda sergiliyor. Buradaki sergilemede aynalar eklenerek, izleyici hikâyenin içine dahil ediliyor. Bu da daha kapsayıcı ve samimi bir deneyim yaratıyor.

NC: Aitken, Bir İstasyondan Diğerine (2013) gibi projelerde sıkça diğer yaratıcılarla işbirliği yapıyor. Bu iş birliği anlayışı, İçimdeki Şehir eserlerinde nasıl bir biçimde ortaya çıkıyor?

JS: Doug Aitken’ın projelerinin tamamı, mühendislerden, mimarlara, dansçılara, müzisyenlere, oyunculara kadar birçok alandan uzmanla yapılan işbirliği halinde. Heykel veya fotoğraf eserleri hariç, onun tüm çalışmaları bu işbirliği fikri üzerine inşa edilir. Örneğin, uyurgezerler (2007) videosunda, sinema endüstrisinin önemli figürlerinden Tilda Swinton, Seu Jorge, Donald Sutherland, Chan Marshall ve Ryan Donowho’yu bir araya getiriyor. Benzer şekilde, Bayraklar ve Enkaz(2021) videosunda L.A. Dance Project ile işbirliği yaptı. Aitken geleneksel olarak resim yapan ve paletiyle yalnız başına atölyede çalışan sanatçı figüründen çok uzak. O, işbirliğini eserin ayrılmaz bir parçası olarak kabul eden sanatçılar kategorisinde.

 

YAZAR HAKKINDA
Naz Cuguoğlu, San Francisco'daki Asya Sanat Müzesi'nde (Asian Art Museum) çağdaş sanat küratörü olarak çalışmakta olup sergilerinde kesişimsel kimlikler ve diasporik deneyimler gibi temaları ele almaktadır. Cuguoğlu, 2024 yılında, 15. Gwangju Bienali'nde Amerikan Pavyonu’nun eş küratörlüğüne atanmış, ayrıca Andy Warhol Vakfı’nın Küratöryel Araştırma ve AAMC Propel ödüllerine layık görülmüştür. Küratöryel deneyimleri arasında documenta fifteen, 15. İstanbul Bienali, 60. Venedik Bienali’ndeki Tayvan Pavyonu, 4. İstanbul Tasarım Bienali, Fondazione Sandretto Re Rebaudengo ve Haus der Kulturen der Welt’te düzenlenen sergi ve programlar yer almaktadır. Cuguoğlu, daha önce KADIST, The Wattis Institute, de Young Museum ve SFMOMA gibi kurumlarda görev almış; yazıları ise Art Asia Pacific, Hyperallergic ve Nka: Journal of Contemporary African Art gibi platformlarda yayımlanmıştır. Collective Çukurcuma’nın kurucu ortaklarından biri olan Cuguoğlu, okuma grupları ve uluslararası sergiler aracılığıyla işbirlikçi küratöryel pratikler üzerine çalışmalar yürütmeye devam etmektedir.

Sayfayı Paylaş