YouTube’da izleyebileceğiniz konuşmanın metni, yayın için kısaltılmış ve düzeltilmiştir.
27 Nisan 2021
Konuşmacılar: Dr. Kumru Eren, Dr. Necmi Sönmez, Erdal İnci
Dr. Kumru Eren: Merhaba herkese. Senkron video programı kapsamında, video sanatı üzerine birlikte düşünmek için bir araya geldiğimiz konuşmamıza hoş geldiniz. Alanın iki önemli ismini dinlemeye başlamadan önce, Borusan Contemporary olarak bu programa dahil olma süreçlerimizden biraz söz etmek isterim. Bilindiği üzere, 2000’li yıllardan itibaren Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu Yeni Medya pratiklerine temelleniyor; koleksiyonumuzun neredeyse yarısı Yeni Medya’nın farklı medyumlarıyla üretilmiş yapıtlardan oluşuyor. Video da bu kapsam içerisinde azımsanmayacak bir hacme sahip. Pandemi dönemiyle aslında bu koleksiyon yapısının avantajlarını çok daha iyi görme fırsatı bulduk. Sanat kurumlarının dijital sunumlara yönelme eğilimi, koleksiyonumuzun odağına aldığını inovatif teknolojiler düşünüldüğünde bizim için çok da yabancı değil. Bu çerçevede yaptığımız son çalışma, koleksiyon sergimiz Düş Suda’nın farklı teknolojiler aracılığıyla bir sunumunu gerçekleştirmek oldu. Düş Suda, Dr. Necmi Sönmez’in küratörlüğünde Edip Cansever’in 1970’de kaleme aldığı şiirinin ana teması olan suyun akışkanlığı ve Yeni Medya’nın akan/hareketli imge üzerine kurulu estetiği arasında diyalog kuruyor. Perili Köşk’e geçtiğimiz yıl yerleştirdiğimiz bu sergiyi, izleyicilerimizle buluşturmak üzere, bir dizi farklı medya kullandık. Bu sergi kapsamında, bugün üzerinde konuşacağımız tek kanallı on videodan oluşan eser seçkisiyle de İstiklal Caddesi’nde yer alan Borusan Müzik Evi vitrininde konumlandık ve böylelikle bu seçkiyi kamusal alana açmış olduk. Aynı zamanda bu seçki, Senkron programına da dahil oldu. Özellikle kültür kurumlarının içe dönmek ve yalnızlaşmak mecburiyetinde kaldığı bu dönemde, farklı coğrafyalardan farklı misyonları benimseyen kurumların, galerilerin ve inisiyatiflerin aynı izleğe dahil edilmiş olmasını çok önemli bulduğumu söylemek isterim ve söyleşimize başlamadan bu çabaları için tüm Senkron ekibine ayrıca teşekkür ederim. Zaten hepiniz tanıyorsunuz ama çok kısa konuşmacılarımızdan da bahsedelim:
Dr. Necmi Sönmez, Mainz, Paris, Newcastle ve Frankfurt üniversitelerinde Sanat Tarihi eğitimi aldı. Wiesbaden Museum, Museum Moderne Kunst Stiftung Ludwig Viyana, Museum Folkwang, FRAC, TATE, Staatliche Museen Berlin, Borusan Contemporary başta olmak üzere birçok uluslararası müze ve koleksiyonda çalıştı. Skira Milano’da sanatçı biyografileri yayınladı. Halen Ruhr Museum/Zollverein Essen’de gerçekleşecek olan bir anıt projesinin küratörü olarak çalışıyor Necmi Bey.
Erdal Bey de koleksiyon sanatçımız; dijital fotoğraf, video, performans, bilgisayar destekli animasyon, 3 boyutlu görüntüleme gibi disiplinlerde çalışıyor ve işlerinin ana eksenini kamusal alanlar oluşturuyor. Erdal İnci, 2010 yılında başladığı Clones Project ile mekânları bir yandan kalabalıklaştırırken aynı zamanda tekdüzeleştiriyor. 2016'dan bu yana, kurucusu olduğu oddviz kolektifi ile üretmeye devam ediyor.
Şimdi sözü kendilerine bırakıyorum. Herkese güzel bir konuşma dilerim.
Dr. Necmi Sönmez: Bu güzel sunum için çok teşekkür ediyorum. Bugün sevgili Erdal İnci’yle onun sanat pratikleri ve geliştirdiği işler üzerinden “dijital masumiyet” nosyonuna ve hepimizin tanıklığını üstlendiği bu tuhaf zamanlara dair bir konuşma yapacağız. Her şeyden önce bu imkânı sağladıkları için Borusan Contemporary’ye ve Senkron toplu etkinliklerine teşekkür etmek istiyorum.
Her şeyden önce galiba “dijital masumiyet” derken neyi kastettiğimizi ya da bununla neyi imgelediğimizi kısaca belirtmemiz gerekiyor. Aşağı yukarı yaklaşık bir buçuk yıldan beri, normalde izlediğimiz hayat akışının çok hızlı bir şekilde değişime uğradığına tanıklık ettik. İster istemez etkinliklerimizin çok önemli bir bölümü dijital alanlara kaydı. Bu sürecin ilk dönemlerinde hepimizin kafasında “bu dijital alan gerçekten çok masum bir alan ve hareket etmemize gerek kalmadan bizim ayağımıza bir çok şeyi getiriyor; biz bu dijital mecra aracılığıyla hiç de zorlanmadan etkinliklerimizi, çalışmalarımızı ya da sanatsal etkinlikleri sürdürebiliriz” gibi masum bir fikir gelişmişti. Fakat bir buçuk yılın sonunda, bu mecranın aslında ilk etapta varsaydığımız kadar saf bir şey olmadığını gördük. Çünkü bu dijitalleşme sanatın hem görsel algısı üzerinde çok keskin bir yapılandırmaya sebep oluyor hem de sanatın üretilmesinde, paylaşıma açılmasında, üzerine yazı yazılıp anlamlandırılmasında, sanat tarihi veya sanat sosyolojisinde farklı noktalarda değerlendirilmesinde daha önce karşılaşmadığımız bir takım zorlukları da karşımıza getiriyor. Dolayısıyla her şeyin çok hızlı bir şekilde değiştiği, bu değişimin de ön görülemeyen bir şekilde ilerlediği bir zamana tanıklık ediyoruz. Tabii bu tür zamanlarda, özellikle sanatçıların neyi algıladıklarına ve bu algıladıklarını çalışmalarına nasıl yansıttıklarına dair çok büyük bir merak, çok büyük bir ilgi duyuyoruz.
Ben, sevgili Kumru Eren’in biraz evvel anlattığı gibi, yaklaşık bir buçuk sene önce Edip Cansever’in Düş Suda şiirinden yola çıkarak bir sergi planlamıştım. Sergiyi gerçek mekânında bire bir kurmuş olmamıza rağmen, bu mekânı izleyicilere açamıyoruz. Dolayısıyla sergiyi çeşitli dijital platformlara aktardık. Bu aktarım sırasında Borusan Müzik Evi’nin İstiklal Caddesi üzerindeki mekânının vitrinini de kullanmak gibi bir fikir kafamızda gelişti çünkü benzer bir sunumu bir önceki :mentalKLINIK’in ACI REÇETE #02 / BITTER MEDICINE #02 sergisinde de gerçekleştirmiş ve çok da olumlu yanıt almıştık. Bu çerçevede, on farklı tek kanallı video çalışmasının kesintisiz olarak aktığı bir sunum geliştirmeyi düşündüm. Bu sunum için, Erdal’ın da Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndaki çalışmalarından birine yer verdik. Bugün kendisiyle “dijital masumiyet” kavramına ve bu yaşadığımız pandemi sürecinin kendisi üzerinde nasıl bir etki yarattığına dair bir konuşma yapacağız. Erdal İnci’yle ilk defa bire bir yapacağımız bu görüşmeyi de yine dijital alanda gerçekleştiriyoruz; bu da benim için önemli. Bu yüzden de biraz heyecanlıyım doğrusu çünkü farklı ülkelerden dijital olarak iletişime geçmek de çok farklı tecrübelerin kapısını aralıyor. Şimdi, lafı uzatmadan sevgili Erdal’a ilk sorumu sormak istiyorum.
Erdal, biraz evvel dilim döndüğünce, dijitalin masum olup olmadığı, ya da bu dijital mecranın yeni sorunlara yol açıcı bir şey olup olmadığı mevzusuna değindim. Bu konu hakkında senin kişisel fikirlerin ne?
Erdal İnci: Öncelikle beni konuk ettiğiniz ve Senkron kapsamında da görülen bu sergiye dahil ettiğiniz için size ve Borusan Contemporary’ye teşekkür ederim. Benim kişisel tarihim dijitalle başladı. İşlerimi 2010 yılından beri günlük olarak, neredeyse yapar yapmaz dijital ortamda, o zamanki bloğumda yayınlıyordum. Böyle başladım, böyle bir kariyer izledim. Ve bu dijitalleşmenin açıkçası, izleyiciden geri bildirim alma anlamında çok da faydasını gördüm. Bir sergiye dahil olma bir müze koleksiyonuna girme veya bir yayında yer alma imkanını beklemeden işimi paylaşıyordum. 2010 yılı bu bağlamda erken bir tarihti; henüz Instagram yoktu, YouTube çok yeniydi, vesaire. Ona rağmen dijital mecra bir görünürlük kazandırdı bana. 2010 yılında kazanmaya başladığım o görünürlük sayesinde, yavaş yavaş galeri ve müzelerin programlarına kaydım. Yani sergi teklifi vesaire almam, görünürlük kazandıktan sonra oldu. O yüzden benim kişisel olarak dijitale karşı ahlaki bir çıkarım yapmam çok zor açıkçası... Yani demokratik bir ortamda gelişen diğer tüm olgular gibi dijitalin de masum ve çok masum olmayan yönleri var bence. Fiziksel olarak şu an bir sanat eserini veya üretimini deneyimleyemiyoruz, temas edemiyoruz; bu bir kayıp. Bunun zaten üretenler de tüketenler, izleyenler de farkında. Çok da adlandıramıyorum ya da anlamlandıramıyorum açıkçası. Ama benim üretim pratiğime çok negatif bir etkisi olmadı. Sadece izleyenlerle kurduğum o ilişki sekteye uğradı herkes gibi. Ve bu fiziksel etkileşimin ne kadar değerli olduğunu, ister dijital, ister geleneksel medyumlarla çalışıyor olsun, herkes biraz daha anladı gibime geliyor. O yüzden galerilerin, müzelerin, veya diğer kurumların dijital iş sergileme yönünde yaklaşımlarının daha da değerlendiği bir dönemdeyiz... Ama dediğim gibi, masumiyet gibi bir kavramın dijitalle ne kadar bağdaştırılabileceğine emin değilim çünkü masumiyet ahlaki bir kavram. Burada “dijital” demek ne kadar doğru? Belki bu kavramı sanal dünyayla bağdaştırabiliriz çünkü sanal dünya ahlaksızlığa ya da masum olmamaya çok izin veren bir mecra. Bu da aslında yeni deneyimlediğimiz, yeni gördüğümüz bir şey.
N.S.: Aslında ben masumiyet derken bunun ahlaksal açısıyla pek ilgilenmedim çünkü genelde sanatın ahlak, terbiye ya da diğer tabularla bir ilişkisi olmadığını düşünüyorum. Benim burada esas sormak istediğim şuydu: zaten dijital teknolojilerle, dijital metotlarla çalışan bir sanatçı olarak, bu yaşadığımız sürecin getirdikleri senin üretimini, pozitif ya da negatif, herhangi bir sekteye uğrattı mı?
E.İ.: Bence uğratmadı ama ben de bunun negatif etkisini sonradan görebilirim. Çünkü şu an üretilen şeylerin bir süzgeçten geçmeden insanlara yayılma durumu var. Açıkçası ben üretim süreçlerinin editöryel bir aşaması olması gerektiğini düşünüyorum. Ama organik gelişen bir ortam da var. Ve sistemler genellikle çok karmaşık başlayıp, zamanla rafine hale gelip kendini düzenliyorlar; bence şu anda bir düzenlenme dönemindeyiz. Sistem kendini “düzeltecektir” diye düşünüyorum. Sorunuza dönecek olursak, benim üretimimi herhangi bir şekilde etkilemedi. Sonuçta ben kişisel çalışıyorum, üretimimi, prodüksiyonumu kişisel tutmaya özen gösteriyorum ve mobil olmaya dikkat ediyorum. Son dört yıldır bir kolektifim var ama o da çok küçük bir ekip. Ne kadar mobil olur, prodüksiyon giderlerinden kendimi ne kadar bağımsız tutarsam, o kadar özgür olabileceğimi düşünüyorum. Zaten öyleydi, şu anda da öyle devam ediyor. Yani bir fotoğraf makinasıyla, bir video kamerayla çıkıp işimi üretebilir haldeyim; ona da özen gösterdim hep.
N.S.: İşlerini sanal ortamda paylaşıma açtığında tartışmaya nasıl girdikleri, izleyicinin ilgisi, tepkisi ya da bunların sana geri dönüşü anlamında herhangi farklı bir tecrüben oldu mu, önceki dönemlere kıyasla?
E.İ.: Sanat tarihine baktığımızda sanatçılar genellikle işlerini üretim aşamasında saklayan insanlar. Atölye ziyaretleri vesaire tabii ki her zaman var; belli kişilerin, genellikle galericilerin, koleksiyonerlerin atölyelere davet edildiğini biliyoruz. Şu an dijital bir iş yaptığım için böyle bir gösterimin benim adıma anlamsız olduğunu düşünüyorum, nitekim ürettiğim şeyi aynı gün içinde paylaşıyorum ve bundan bir geri dönüş alıyorum. Bu belki bazı sanatçıların tercih etmeyeceği bir şeydir; işlerini sergileyene, o büyük sözü söyleyene kadar bağlamlarını saklı tutabilirler ama ben bu yolu izlemiyorum. Anında geri dönüş almak beni motive ediyor açıkçası, hep de öyle oldu. Bunu kendi avantajıma kullanmayı seçtim diyeyim. Ama tabii işlerim sergilendiği zaman, o deneyimi biricikleştirmek için bazı teknik, biçimsel metotlara ben de başvuruyorum.
N.S.: Bu anlattığından yola çıkarak sergilemenin, sunumun da anlamının değiştiğinden bahsedebilir miyiz?
E.İ.: Bir resmin iki boyutlu bir ekranda görünmesiyle fiziksel olarak görülmesi arasında çok büyük fark var. Resim sonuçta sonsuz çözünürlükte olan doğal bir malzeme. Ben resim okudum, resim alt yapım var ve bu deneyimden asla vazgeçmem açıkçası. Bir resmi, canlı görmek, ki bunu dijital bir iş için de söyleyebiliriz, kendi boyutlarında veya “site-specific”, mekâna özgü yerleştirilmiş haliyle görmek her zaman daha değerli. O bağlama ve o beklentiye girdiği için seyirci, deneyimlediği ve alımladığı şey de tabii ki çok farklı oluyor. Bu editöryel, küratöryel yaklaşım, işleri çok daha katmanlandırıyor. Ama bence işlerin dijital olarak ve ekrandan tüketilmesinde de çok sorun yok.
N.S.: Tabii ki bir ressamın, bir heykeltıraşın üç boyutlu bir eseri dijitale, ekran üzerine aktarmaya çalışmasıyla, senin gibi en başından beri dijitalle çalışan bir sanatçının işlerini dijital platformlarda, sanal ortamda paylaşıma açması arasında çok büyük fark var. Keza hem geliştirilen estetik dil hem de bu estetik dilin gerekli kıldığı medyumlar arasında belirli farklar var. Maalesef pek çok ressam ya da heykeltıraş, videosunu çekmekle işlerini dijitalleştirebileceklerini sandı; hatta bu yolla Yeni Medya işler üretebileceğini dahi düşünenler oldu. Ama senin çalışmalarında sanal ya da dijital metotlar üzerinden bir izlenim geliştirme durumu en başından beri söz konusu olduğu için, yaptığının bir ayrıcalığı olduğunu düşünüyorum. Videoyla çalışan veya videonun tekniklerini kullanan sanatçıların yaptıklarından senin yaptığını ayıran çok önemli bir şey daha var: senin işlerin, galeri veya müze sergisi ya da koleksiyon gibi kavramların farklı bir yol, yöntem izlemesi gerektiğini de bence gündeme getiriyor... İki arkadaşınla beraber kurduğun oddviz isimli bir kolektif var. oodviz’in kuruluş süreci, daha önceye dayanıyor ama pandemi süreci üçünüzün ortak çalışmasında herhangi bir değişikliğe ya da yapılanma farklılığına yol açtı mı?
E.İ.: oddviz’i, üç eski arkadaş olarak 2016-2017 yıllarında kurduk. Çağrı Taşkın mimar. Serkan Kaptan da çevrebilimci, akademisyen. Yani bir mühendis, bir mimar, bir sanatçı gibi düşünebiliriz. Biz fotogrametri denen bir teknolojiyi değerlendirdik. Fotogrametri, 3 boyutlu bir tarama teknolojisi; fotoğraftan ölçüm yapma anlamına geliyor kelime anlamı. Bu tekniği nasıl geliştirebiliriz diye kurduğumuz bir laboratuvardı aslında oddviz. Yani sanat yapma gibi bir fikrimiz yoktu başta. Herkes kendi işiyle meşguldü. Daha sonra içerik oluştu. Bu tekniği öğrendikçe, bunun fotoğrafın icadı kadar büyük bir etki yapabileceğini düşünür olduk. Fotoğraf tarihte nasıl önce belge amaçlı kullanıldıysa, bu da çok benzer bir teknoloji: mimarların rölöve almak, haritacıların topografik harita çıkarmak; adli tıpçıların olay yeri incelemesi yapmak, ormancıların vejetasyonun ne kadar yayıldığıyla ilgili ölçüm yapmak için kullandığı üç boyutlu bir görüntüleme tekniği. Potansiyelinin olduğunu düşünerek bu tekniği öğrendik ve bir hayli yol kat ettik. Sonrasında bunu sanatsal anlamda, insanlara normalde gördükleri şeyleri, çok kanıksadıkları sokak objelerini ya da mimari yapıları farklı perspektiflerden göstermenin bir aracı olarak kullandık ve içerik üretmeye başladık. Önce Contexture serisinde bir binayı içeriden ve dışarıdan görüntüledik. Bir binayı optik olarak göremeyeceğiniz açılardan göstermenin, binanın algısı üzerinde büyük bir değişim yarattığını fark ettik. Sonra sokakta her gün önünden geçtiğimiz ama çok da ilgimizi çekmeyen sokak mobilyalarından bir koleksiyon yapma fikri üzerine gittik. Kadıköy’de yaşıyoruz; Kadıköy’deki sokak mobilyaları İstanbul’un diğer ilçelerine göre biraz daha ayrıcalıklı, orayı diğer yerlerden biraz daha ayrıştıran bir tarafı var. Hepsi rengarenk boyanıyor, üzerine etiketleme, yazılamalar yapılıyor. Bu yazılamalar politik veya sanatsal içerikli olabiliyor. Bu seride üretim bandından çıkan bir objenin zamanla, insan müdahalesiyle ne kadar değiştiğini ve biricikleştiğini gözlemledik ve bunları kayıt altına aldık. Bu arada fotogrametri, müzelerin koleksiyonlarını belgeleme ve arşivlemede kullandığı bir yöntem; objenin veya sanat eserinin fotogerçekçi, dijital ve tamamen bilimsel bir replikasını çıkartıyorsunuz. Müzelerin yaptığının aksine biz, korunma altında olmayan ama kültürel anlamda değeri olduğunu düşündüğümüz sokak objelerini belgelemeyi seçtik çünkü bu objeler gün be gün değişiyor. Yani bir gün gördüğünüz sokak objesi bir başka gün değişmiş olabilir, yerel yönetimlerin Türkiye’de sık sık yaptığı gibi tamamen sökülüp atılabilir ve üzerindeki o patina, plastik değer veya kültürel izler, o gün o akşam içinde yok olabilir. Biz bunların bir koleksiyonunu yapıp, normalde bir arada göremediğimiz sokak objelerini bir arada nasıl görebiliriz; bunları sanal ortamda bir arada sunarak, o mahalleye, o şehre dair alternatif bir portre çıkartabilir miyiz düşüncesiyle yola çıktık.
N.S.: İzleyici diyemeyeceğim ama, bir kentte yaşayan insanların içlerinden gelen dürtülerle yaptıkları bu direkt katılımı çok önemli buluyorum ve hiç bir sanatsal eğilimi olmadığı için de kişisel olarak benim çok ilgimi çekiyor. İnsanların bir tür içlerini döktükleri, graffiti‘nin devamı olacak bir eylem söz konusu. Bu tabii katılımcılık kavramını da gündeme getiriyor. Oradaki yazıların bir çoğunda kapitalist yaşam biçimi eleştiren çok güçlü bir tavır olduğunu da gördüm; bazıları çok esprili, bazıları ironik, trajik diyebileceğim yaklaşımlar. Bunlardan yola çıkarak aslında, bu kent mobilyalarının bir tür refleksiyon alanı haline geldiğini ve bunun üzerine yazılan, bırakılan izlerin zaman içinde farklı katmanlar oluşturduğunu görüyoruz. Bu katmanlar, Türkiye’deki, İstanbul’daki ya da o belediyedeki mutenalaştırma, kentleştirme süreçlerinin ve yaşamın getirdiği cendereleri yansıtıyor. Çok önemli bir Alman filozofu var, Sigfried Kracauer diye. Bu onun İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki Alman toplumundaki yapılanmayı “Das Ornament der Masse” (Kitle Süsü) adı altında ele aldığı toplumsal analizini anımsatıyor bana. Ben bu filozofik bakış açısının bir şekilde oddviz’in pratiklerinde de gündeme geldiğini ve kamusal alandaki o objelerden yola çıkan çalışmalarınızın, yaşadığımız dönemin çok ilginç bir analizini sunduğunu düşünüyorum. Sanki bu çalışmalarınızda, daha hümanist bir çerçeve içinde bütün bu deneylediğimiz olaylara gönderme yapan bir özellik var. Çünkü bunlar yan yana geldiğinde ben şunu görüyorum: bu tür bir çalışma ve üretim pratiği disiplinler arası bir karaktere, Güzel Sanatlar’ın yanı sıra sosyolojinin, psikolojinin ve toplumsal araştırmaların da gündemine girecek bir odağa sahip. Bu yüzden zaten farklı yerlerden beslenen çalışmalarında tekrara dayalı bir sistem gündeme geliyor. Bu tekrar da galiba, tuhaf bir şekilde meditatif, terapatik bir şey gibi geliyor. O zaman hep şunu düşünüyorum: acaba insan her şeye alışan bir yaratık mı? Algıladığı şeyin bir şekilde devamını mı getiriyor?... Öte yandan bu çalışmalar, kapitalist üretim ve tüketim süreçlerini büyüteç altına alabileceğimiz bir bağlama da oturuyor. Acaba bu noktada sizin mimar, mühendis ya da sanatçı olarak bir yorum veya söylem geliştirmek anlamında kendinize belirlediğiniz bir hedef var mıydı?
E.İ.: Çok bir hedeften bahsedemeyeceğim ama üç kişiyiz ve kolektif bir üretimde bulunuyoruz. Bunun kişisel ifadelere biraz mesafeli bir üretim olması ve daha kolektif bir fikri sunması gerekiyor. Sokak mobilyaları bizim için bu anlamda ihmal edilen ama belgelenmesi gereken ve şu anda da belgelenmeye çok müsait olmasına rağmen üzerinde çalışılmayan bir konuydu. O yüzden o konuya eğildik. Ama bir belgeselci kadar mesafeli olmaya her zaman özen gösteriyoruz.
N.S.: Şunun da altını özellikle çizmek istiyorum: Buradaki kamusal alan senin kişisel pratiğinde de çok önemli bir yer tutuyor; bir çok çalışmanda Taksim Meydanı, Kamondo Merdivenleri, Berlin’deki Schlesisches Tor gibi ikonik diyebileceğimiz değişik kamusal alanlara yöneliyorsun.. Erdal, bu kamusal alana olan kişisel ilginin temelinde acaba, sanatçının olmanın ötesinde başka nedenler de yatıyor mu?
E.İ.: Kamusal alanla neden ilgiliyim, neden hep kamusal alanla ilgili işler yapıyorum; o soruyu ben de soruyorum kendime. Farklı zamanlarda farklı cevaplarım olabiliyor tabii. Ama özetlemek gerekirse, kamusal alan benim manzaram. Yani ben bir sanatçı olarak, öncelikle yaşadığım o yere bakıyorum ve onu bir manzara olarak değerlendiriyorum. Kaçışımın olmadığı, aynı zamanda çok sevdiğim, uzak kalamadığım, uzaklaştığımda sürekli özlediğim İstanbul’un o şehir hayatını bağımlı olduğum bir mevhum olarak görüyorum. Bu çok kişi için böyle. İstanbul’da veya metropollerde yaşayan hemen herkes kamusal alanın, sokakların bir tür bağımlısı çünkü çok götürüsü var bu yaşamın. Ama bir şekilde buraya çekiliyoruz, bir arada olmak istiyoruz. Öyle bir merak.
N.S.: Bu kamusal alan zor bir alan ama senin bu alanı sevdiğini hatta o alanda bazı ironileri de yakalamak istediğini de görüyorum. Özellikle son zamanlarda Instagram’dan paylaştığın Facade isimli, çok ilginç bir seri var mesela. Samimiyetine dayanarak söylüyorum; ben bu fotoğraflara baktığımda gerçekten gülüyorum, çok hoşuma gidiyorlar! Çünkü ben İstanbul’da olduğum zaman çok farklı yerlere yürüyüp oralardaki yapıları görmeyi çok seven biriyim. Ve bu Facade dizisi beni dijital olarak adeta İstanbul’a götürüyor. Bu diziyi ne zaman yapmaya başladın Erdal? Biraz bu dizi hakkında konuşalım.
E.İ.: Facade serisi çok yeni, 3-4 aylık bir başlangıcı var. Diğer işlerimde olduğu gibi çok deneysel; “şu binanın penceresini büyütsem acaba, nasıl bir şeyle karşılaşacağım; o görsel binaya dair ne söyleyecek bana?” diye düşünerek başladım. “Facade”ın bu arada “yapay görünüş, yanıltıcı görünüş” gibi bir anlamı da var İngilizcede, bu başlığı o yüzden seçtim. Bu seriyi binaların, yüzeylerin karakterlerini keskinleştirmek için bir müdahale gibi okuyabiliriz. Bir karikatür gibi de okunabilir. Ya da mimari gözle, bir “paper architecture” (kâğıt mimarlığı) gibi de görülebilir çünkü bunları yaparken yapının biçimine, doğru oranlarda olmasına da özen gösteriyorum ve insanlarda “bu gerçek mi, değil mi?” sorusunu uyandırmasını istiyorum. Öyle bakınca bence daha mizahi bir yanı oluyor. Bu arada kamusal alanda yaptığım bütün işlerimde bu yabancılaşmayı motivasyon olarak kabul ediyorum. Belli bir biçimde görmeye alıştığımız bir meydanı, bir alanı veya oddviz’le yaptığımız gibi, bir sokak mobilyasını zihnimizde hiç canlandıramayacağımız bir imajla tekrar üretmenin yollarını araştırıyorum. Clones Project’te mekâna hiç müdahale etmiyordum. Sadece kimsenin beni orada fark etmediği bir anda, yürüme, koşma gibi çok basit, primitif bir hareket ile mekâna özgü bir “performans” yapıp, sonra o performansı küçük bir an’a sıkıştırıyor ve aynı anda çoklu şekilde gösteriyorum. Bu superimposed (kolaj, birleştirme) fotoğraf tekniği gibi düşünülebilir. oddviz’le yaptığımız çalışmalarda ise, bize sokakta güzel gelen, toplamak istediğimiz objelerden derlediğimiz bir koleksiyonu sunuyoruz. Kadıköy’de yaptığımız bu ilk kompozisyonda 200’e yakın baba var, 150-200’e yakın da diğer heykel, obje, araba vesaire var. Bunların hepsinin oranları doğru oranlar. Yani objeye müdahale etmiyoruz, sadece sergileme, sunum olarak bir tercihte bulunuyoruz.
N.S.: Erdal, bunları anlatırken, izleyicilerimize fikir vermesi açısından sayfan üzerinden işlerini paylaşman mümkün mü?
E.İ.: Tabii. Şu an gördüğünüz Clones Project serisi. 2010 yılında başladığım ve 2015’e kadar süren ama ara ara geri döndüğüm bir seri. Burada gördükleriniz yüze yakın iş arasından seçtiğim bazı işler.
N.S.: Peki, istersen Facade serisine geçelim. Bu, son konuştuğumuz kavramların ve görme meselesinin yeniden büyüteç altına alındığı, çok sürrealist diyebileceğimiz detayların da ön plana çıktığı bir dizi. Dediğim gibi, ben bunlara bakarken hakikaten çok keyif alıyorum. Bir çok detayı da gerçek mi değil mi diye kendimce sorguluyorum. Peki bu serinin devamı nasıl olacak, daha çoğalacaklar mı?
E.İ.: Şu anda emin değilim ama aktif olarak ürettiğim bir seri. Bu işlerin edit’ini bilgisayar başında yapıyorum elbette ama çıkıp bunları keşfediyorum, sokak sokak yürüyorum. Bu çıkıp çekim yapma, materyal toplama pratiğinden, bunları bilgisayar başında işleme, düzenleme işinden çok keyif aldığım için sürer diye düşünüyorum. oddviz’le yaptığımız Inventory serisinde Kadıköy’den sonra, Manhattan’da yaptık aynı projeyi; bir hafta içinde 400’e yakın obje topladık. Özellikle SoHo semtinde çok orijinal, çok biricik, New York’la özdeşleşen yangın musluklarından bir koleksiyon yapmak istedik çünkü onları gerçekten kaydedilmeye, toplanmaya değer objeler olarak gördük. Bunu büyük bir [merakla] yaptık; nasıl bir koleksiyoner kendine gidip obje topluyorsa, o objelere yönelik bir motivasyonu varsa, biz de o mantıkla sokak sokak gezerek çalıştık. Bu çok zevkli bir süreç. Onun için devam eder diye düşünüyorum.
N.S.: Peki bu Facade serisi nasıl sergilenebilir Erdal?
E.İ.: Gerçek mi değil mi sorusunu uyandırmalı ve sergileme çok az müdahaleyle yapılmalı. Dediğim gibi, çok büyük değişiklikler hiçbir zaman yapmıyorum işlerimde. Clones Project’te sadece zamana müdahale ettim; oddviz’de objelerin bütünlüğünü, oranlarını koruyarak kompozisyonlar kurduk. Facade serisinde de çok aşırıya kaçmadan, küçük müdahaleler, küçük espriler, dediğiniz gibi mizahi yaklaşımlar var. Ama onları tek tek sergilemek biraz kafa karıştırıcı olacaktır. O yüzden belki bir “photo book” (fotoğraf kitabı) veya bir kataloğa dönüştürürüm diye düşünüyorum. Bir sergi mekânı için konuşacak olursak, aynı yerleştirmede çoğunun bir arada görülebilmesini sağlayacak bir yol izlerdim herhalde.
N.S.: Peki. Dilerseniz katılımcılarımızın sorularına geçelim; sanırım Kumru Hanım el kaldırdı.
K.E.: Benim Erdal’a çok kısa bir sorum olacak. “Kamusal alan benim manzaram” dedin; o beni çok ilgilendirdi hakikaten. Son yaşadığımız, sıradışı dönemde bu manzara insansızlaştı. Acaba bu durum, “kamusal alan” dediğimizde anladığımız şeyi, en azından bizim neslimizin anladığı şeyi bir anlam erozyonuna uğratıyor mu sence? Ya da uğratacak mı? Çünkü insanın olduğu bir şeyden bahsediyoruz aslında “kamusal alan” dediğimizde.
E.İ.: Bilemiyorum tabii ne kadar erozyona uğrar. Ama sokakların gündüz zamanı, mesai saatlerinde insansızlaşması ilk defa oluyor. Bu insanların kamusal alana dair algısında bir kırılma oldu diye düşünüyorum.
K.E.: Evet, bu önümüzdeki dönemde imge dünyamıza belki bir şekilde dönecektir, yorumlanacaktır diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.
E.İ.: Ben teşekkür ederim.
Osman Erden: Ben Bauhaus fotoğrafındaki ritimle Erdal’ın Clones Project videoların arasında çok büyük parallelikler kuruyorum. Bauhaus fotoğraflarında muhteşem bir ritim vardır ya, ışık-gölge karşıtlığı üzerinden. Sadece bunu söylemek istedim.
E.İ.: Çok teşekkür ederim, gerçekten çok değerli. Evet, tekrar imge olarak çok üzerine gidilmiş bir yöntem diyelim, hiyerogliflerde bile var. Ben bunu hareketli yapmak istedim. Normalde statik imajlardan alıştığımız ve tek bir zamanda algıladığımız o tekrarın, hareketin de bir örüntüsü olabileceği fikri üzerine gittim. Bu hareketi dijital olarak gösterebilir miyim diye bir meselem vardı.
N.S.: Çok özlü bir söyleşi oldu, yeni soru işaretleri kafamızda uyandırdı; o yüzden bugün bize zaman ayırdığın ve yaptığın çalışmalarla ilgili bilgi verdiğin için çok teşekkür ederim Erdal. Bu çalışmalarından yola çıkarak gerçekleştireceğin yeni sergini, diziyi ya da yeni ortak çalışmalarınızı çok büyük bir merakla bekliyoruz.
E.İ.: Ben teşekkür ederim.
N.S.: Sevgili katılımcılar, sizlere de bugünde bu saatte bizlerle beraber olduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Sevgili Borusan ekibine de bu etkinliği mümkün kıldıkları için çok teşekkürler. Tekrar görüşmek üzere, iyi günler, iyi çalışmalar diliyorum.