NAZ CUGUOĞLU
nazcuguoglu@gmail.com
Naz Cuguoğlu: Serginizde şehirle yakın diyalog içerisinde üretilmiş olan iki eser yer alıyordu. Bu diyalog, sanat pratiğinizde büyük bir yer tutuyor. İstanbul’u ziyaret edebilmiş miydiniz? Şayet ettiyseniz, bu ziyaret sizin için nasıl bir deneyimdi?
Mika Tajima: Evet, Borusan Contemporary’daki sergiye uzanan süreç içinde mekân ziyaretleri ve araştırma amacıyla İstanbul’a birkaç defa geldim; onun da öncesinde Protocinema ile gerçekleştirdiğimiz bir sergi için orada bulunmuştum. Dediğiniz gibi, pratiğimin genelinde meydana gelmekte olan jeopolitik olayların insanların işleri algılayış biçimini nasıl değiştirdiği üzerine düşünüyorum. Ürettiğim işler, zamanda bir dilime dair bir tefekkür ya da gelişen bir tepki olabiliyorlar. Daha genel konuşacak olursak, bedenlerimizin ve yaşantılarımızın, bizi çevreleyen, eylemlerimize dikte eden ve bizleri şekillendiren kurulu çevre içinde deneyimlerini sorguluyorum. Mimari, tasarım ve teknoloji gibi, bizlere yardımcı veya hizmet eder görünen altyapılar, aynı zamanda bizleri dönüştürmek, hatta bize karşı çalışmak üzere geliştirildiler. Aynanın iki yüzü, yani. Örneğin, mevcut teknolojilerin birçoğu sözümona daha kolay ve daha hızlı iletişim kurabilmemizi sağlıyor olmalı, ancak sağladıkları bu kolaylığın mahrem olana mal olması, verilerimizin duyularımızı, arzularımızı ve mantığımızı hedefler şekilde kullanılması gibi bir durum söz konusu. İstanbul’a geldiğim dönem, bir şeyler otoriter denebilecek bir etkiyle gerçekten değişim geçiriyordu; ifade özgürlüğü tehlikedeydi.
NC: Meridian ve Human Synth gibi işleriniz, belli bir toplumun Twitter canlı yayınında açığa çıkan kolektif ruh halini yansıtıyor veya gelecekteki insanın duygularını yorumluyor. Peki bu işler coğrafi anlamda farklı yerlere taşındıklarında ne oluyor? İşlerin farklı yerlerde gösterilmesine dair elinizdeki verilerde, ortaklaşmalar mı gözlemliyorsunuz, yoksa farklılaşmalar mı? İstanbul’daki duygu durumu neydi? Zira, izleyici olarak bizler yalnızca bize sunulanı gözlemleyebiliyorken, işleri üreten sanatçı olarak sizin, bu gibi bilgilere erişmeniz mümkün.
MT: Benim için asıl mesele, Twitter gibi bir medya platformu yoluyla kolektif bir enerji veya duyguyu yakalamaya çalışmanın absürtlüğü ve şiirselliği. İstanbul’un özgül verilerini yorumlamak ve bu verileri farklı yerlerle kıyaslamak anlamında, bu verilerin (renkli ışık veya dijital sis gibi) başka bir forma dönüşmesi ve devamlı gelişmesi dolayısıyla herhangi kesinkes bir tespitte bulunmak mümkün değil. Meridian ve Human Synth adlı bu iki proje, altta yatan teknolojinin bizleri kontrol ya da etki altına almak için, kim olduğumuza ilişkin bilgileri ele geçirmeye ve anlamaya çalışması halinde, bizim neye vesile olduğumuzu sorguluyor. Sis ve renkli ışık, mütemadiyen biçim değiştiren ve dağılan şeyler; eş zamanlı olarak hem hacimli, varlığı mekânda algılanan hem de uhrevi ögeler olduklarından, kaçınılan ele geçirilme durumuna da birer metafor oluyorlar. Serginin başlığını gerçekten çok sevmiştim; “Æther”, Türkçesi “Esir” idi. Bu sözcükte ikili bir anlam saklı; hem kaçışı hem de tutsaklığı anıştırıyor. Aynı anda hem maddesiz, dijital hayat dolayısıyla baskının görünmez güçleriyle hem de fiziksel zorlamalarla mücadele ediyoruz. Söz konusu projelerde bu durum üzerine düşünüyor, çoğu kez aynı teknolojileri amaçlarının dışında kullanma ya da bozma yoluyla, bu kontrol yapılarının arasında yolumuzu bulmanın olasılıklarını arıyorum.
NC: Bu başlığı nereden bulduğunuzu biraz anlatabilir misiniz? Bu sözcüğü bulmanızla sonuçlanan araştırmalarınızda ilginç anlar oldu mu?
MT: Gerçekten şanslıydım aslında! Sergideki hemen her nesne, maddi olmayan (hava, ışık, ses gibi) şeylerin sanat eseri olarak maddeselleşmesiyle ilgiliydi. Bu işlerin tümü duyusal deneyimler. Yunan mitolojisinde tanrıların mistik havası anlamına gelen “Æther” fikrini çok sevdim. Sonra Türkçe çevirisi “Esir”in anlamını (İngilizce’de “captive”, tutsak kelimesine karşılık geldiğini) öğrendim. Şahane bir kelime oyunuydu. Tesadüfen buldum ama çok sevdim.
Mika Tajima, Sosyal Sandalye, 2016.
NC: Ne hoş tesadüf! Birbirimize sosyal mesafeli olduğumuz, izolasyon ve kısıtlamaların bedenlerimize daha da empoze edildiği şu zamanda, işlerinize günümüz bakış açısıyla bakmadan edemiyoruz. Örneğin, “Sosyal Sandalye” (2016). İnsan bedenini kontrol etmek üzere geliştirilmiş teknolojileri konu ediniyorsunuz, peki bu güncel durum pratiğinize ne gibi yeni düşünce yolları kattı?
MT: Tecrübe ettiğimiz tüm bu sosyal mesafeleşme, bu hızlı değişim dijital teknolojilerde zaten yaşanıyordu. Şimdi öyle uç bir noktaya vardı ki, pek çok şeyden bedenen ayrılmış olduğumuzu hissediyoruz. Oysa bu bilgi teknolojilerinin ve dijital ekonominin yükselişiyle beraber, e-mailler üzerinden iş yürüten, sosyal medyayla yaşayan hayatlarımızda meydana gelmekte olan bir durumdu. Onun da öncesinde, bir ofis içerisinde insanların nasıl daha verimli çalıştırılabileceğinin yollarını bulmaya çalışan kurumsal ortam kurgusu vardı. Bugünlerde bir sürü insan havaalanı lounge’larından tutun da kafeteryalara heryerde, hatta yolculuk halinde bile çalışıyor. Bu durum kurumsal mimari alanında ve tasarım dünyasında bir kriz yaratıyor çünkü kapitalizmin artık belirlenmiş bir ofis alanına ihtiyaç duymadığının farkındalar. “Kamusal ofis” denen, kamusal alanla kişisel iş ortamını kaynaştıran bu sistemden gerçekten de çok etkilendim. Söz konusu sistemin en temel mimari ögesi “sosyal sandalye” idi. Buradaki ironi, sistemin ana fikrinin iş birliği ve birlikte çalışma olmasına rağmen, yüzünüz dışa dönük olacak şekilde oturabiliyor olmanız. Ve tabii, şimdi sosyal mesafe dolayısıyla neredeyse bir sandalyeye bile ihtiyaç duymuyoruz. İnsanlar yataklarında veya yere uzanarak, bir taraftan dolaşarak iş yapıyorlar. Bedenin daha verimli çalışması için bir mobilyaya ihtiyaç duymaktan, neredeyse bedene bile ihtiyaç duymamaya doğru gerçek bir dönüşüm yaşanıyor. Tasarım ve sistemler artık ruhla bütünleşiyor.
NC: Serginiz olağanüstü duyumsaldı ki bence bu deneyimi bu denli biricik yapan da bedenen sanat eserlerinin etrafında bulunabilmemiz, onlarla bir diyalog kurabilmemiz. Artık bedenlerimiz yalnız diğer insan bedenlerine değil, sanat eserinin fizikselliğine de özlem duyuyor. Her şeyi ekranlarımız kanalıyla deneyimliyoruz. Sergi hazırlamak ve pratiğiniz açısından baktığınızda, maddesellik anlamında bu durum size ne düşündürüyor?
MT: Aslına bakarsanız hep bunu düşünüyorum. İstanbul’daki sergi özellikle bedenin fizikselliğiyle ilgiliydi. Orada sergilenmiş işlerin büyük kısmını bir ekrandan deneyimlemek mümkün değil. Havanın sesi, teninize üflenen havanın basıncı, odanın genelindeki hava basıncındaki değişiklikler; bunların hiçbirini yerleştirmenin fotoğrafından algılayamazsınız. “Meridian” (2018) için de aynı şey geçerli. Videosunu izleyebilirsiniz ama o odada bulunmak bütünüyle ayrı bir deneyim. Işığın rengindeki değişime verdiğiniz bedensel tepkimeyi yaşamak için, o odanın içinde bulunmanız şart. Işığın rengi değiştiğinde beyinde farklı optik etkiler yaratılıyor çünkü gözleriniz doğal olarak rengin sıcaklığına adapte oluyor. Renk ilk değiştiğinde, İstanbul’daki genel duygu durumu pozitifken, giderek pembeleşiyor ve rengin sıcaklığını duyumsuyorsunuz. Ardından oda yeşile veya başka bir renge bürünüyor ve beyninizin birdenbire o renge uyumlanması gerekiyor. Bu muhteşem değişimi yaşıyor ve “Şu an İstanbul’da bu rengin değişmesine neden olan bir şey oluyor” fikrine varıyorsunuz. Bir şey meydana geldiğini farkediyorsunuz. Odada yalnız olabilirsiniz ama şehrin toplu tecrübesine bir biçimde bağlantılı hale geliyorsunuz.
Mika Tajima, Pranayama, 2017.
NC: Artık bedenlerimiz o odanın içinde bulunamadığına göre, bu durum işinizi ve onun algılanmasını nasıl etkiliyor? Artık bütün müzeler ve sanat kurumları, “normal”e dönmeyi beklediğimiz süreçte, bu değişim üzerine düşünür oldu. Bu duyumsal deneyimin yokluğunda işiniz nasıl dönüşüyor?
MT: Az önce söylediğiniz gibi başka bedenlerin etrafında bulunmaya dair bir özlemimiz var. Önceden olmakta olan bir şeyin hızlandırılmış versiyonunu yaşıyoruz. Şu dönem yaşadığımız, ekstrem bir kopukluk ve bedensel ayrışma anı. Gelecek sergiler için çalışıyorum ve duyuları hedef aldıklarından dolayı işlerimin bizzat deneyimlenmesi benim için gerçekten önem taşıyor. Yakında Londra’da açılacak bir sergim var. Orası için ürettiğim herşeyin belli bir genişliği veya hacmi var ancak kimi işler gerçekten de çok ağır, maddesel olarak katmanlanmış, katı işler. Kendi bedenselliğimizi, dijital şeyler olmadığımızı hatırlamamız gerekiyor. COVID-19’dan çok önce hazırlanmaya başladığım bu sergi, şu süreçte açacağım ilk sergi de olacak. Serginin, işlerin yalnız sanal olarak deneyimlenmesine duyulan ihtiyaca bir zıtlık yaratmasını istiyorum. Ertelenen bir sergim için de çalışmaya devam ediyorum. Meditasyonu bir metafor olarak kullanan, insan enerjisi ve enerji üretimini konu alan bir seri hazırlıyorum.
NC: Çok ilginç duyuluyor, lütfen biraz anlatın!
MT: Sergiyi, Japonya’daki en eski Shinto tapınaklarından biri olan Dazaifu Tenmangu’da sunmaya hazırlıyorum. Dış bahçeleri için kalıcı bir eser üreteceğim. 1100 yıldır var olan bir yer için kalıcı bir eser yaratma fikri çok güzel. Bu iş, zamanı aşırı sıkıştırılmış ve hızlı akan bir şey olarak sunan dijitalin aksine, epey elastik bir kavram olarak düşünmeme imkan tanıyor. Korumaya dair uygulamalar, kalıcılık, evrim, hayat ve doğa gibi kavramların hepsi, Shinto pratiğinin içinde yoğrulmuş şeyler. Bu esnada teknoloji insanları da dijital iş gücü ve enerjimizi paraya çevirme yoluyla, insan yaratıcılığını ve enerjisini hasat etmeye çalışıyor. Bu enerji, bu tapınakta kendimiz için kullanılabilir olacak. Hazırladığım işlerden birisi bir meditasyon platformu. Nesnenin kendisi, spa’larda yer alan bir jakuziye gönderme yapıyor ama bir Maya piramidine veya bir çeşit fütürist UFO imgesine de benziyor. İşler, meditasyon yapan insan öznesi ve “şarj olmuş nesne” bağlamında bildiğimiz maddesel şeylerin fizikselliği ile, “geçiş”, “töz” gibi daha yüksek enerji halleri arasında bağlantılar kuruyor.
NC: Bu meditatif taraf, Æther sergisinde de var. Duman falı, yoga pratikleri, nefes kontrol teknikleri veya akupunktur gibi Şaman pratikleriyle bir bağ kuruyorlar. Bir bakıma teknoloji ve alternatif iyileşme metotları arasında bir bağ kuruyor gibisiniz.
MT: Epey farkındalık sahibi olduğum yeni çağ beni hem büyüleyen hem de çok eleştiriyle yaklaştığım bir şey. Mevcut şartlarımızda, özellikle de Silikon Vadisi çerçevesinde, öz-bakım öylesine vurgulu ki, neredeyse ekstrem bir kavram. Veganlık ve açlık perhizi gibi iyileştirici yeni çağ uygulamalarının tamamı bedenlerimizin işleyişini düzenlemeye yönelik rejimler. Örneğin, nefesi ve dolayısıyla yaşam gücünü kontrol etmeye yönelik bir Ayurveda pratiği olan “Pranayama”ya gönderme yapıyorum. Bence teknokapitalizmin zihniyeti de tam olarak bu.
YAZAR HAKKINDA
Naz Cuguoğlu, San Francisco’da yaşamakta ve çalışmakta olan küratör ve sanat yazarıdır. Kolektif düşünme ve üretme yöntemleri üzerine odaklanan Collective Çukurcuma küratöryel kolektifinin kurucularındandır. KADIST, The Wattis Institute, de Young Museum, SFMOMA, Joan Mitchell Foundation, Zilberman Gallery, Maumau, ve Mixer gibi kurumlarda farklı pozisyonlarda görev almıştır. Yazıları SFMOMA Open Space, Art Asia Pacific, Hyperallergic, Borusan Contemporary blog, ve M-est.org gibi mecralarda yayınlanmıştır. Küratörlüğünü üstlendiği sergiler The Wattis Institute, D21 Kunstraum Leipzig, Red Bull Art Around Arnavutköy, 15. İstanbul Bienali’nin kamusal programı, Framer Framed (Amsterdam) ve 5533’ün de aralarında bulunduğu farklı mekanlarda gerçekleşmiştir. Lisans eğitimini Koç Üniversitesi Psikoloji bölümünde tamamladıktan sonra, yüksek lisansını aynı üniversitenin Sosyal Psikoloji departmanında ve California College of Arts’ın Küratöryel Pratik bölümünde tamamlamıştır. Eş-editörlüğünü üstlendiği kataloglar arasında İskenderiye’den Sonra Tufan (2015), Between Places (2016), ve The Word for World is Forest (2020) bulunmaktadır.