YouTube’da izleyebileceğiniz konuşmanın metni, yayın için kısaltılmış ve düzeltilmiştir.
N.S.: Merhaba. Bu akşam iki değerli meslektaşımı misafir etmekten mutluluk duyuyorum. Öncelikle Marlies Wirth’i tanıtmak isterim. Kendisi, Viyana’da bulunan Museum of Applied Arts, MAK’ın Dijital Kültür küratörü ve tasarım koleksiyonunun yöneticisi. Sanat, tasarım ve teknoloji alanlarında sergiler hazırlıyor ve Viyana Biennale’nin düzenlenmesinde önemli bir rol üstleniyor. Vitra Design Museum, MAK ve Design Museum Gent işbirliğinde hazırlanan gezici sergi “Hello, Robot”un küratör ekibinde yer aldı. Gelecek sene düzenlenecek olan London Design Biennial’de Avusturya pavyonunun da küratörü seçilen Marlies, ürettiği bağımsız sergi projelerinin yanı sıra çeşitli yayınlar için metin ve makaleler kaleme alıyor. Frederik de Smet, yüksek lisansını 2001 yılında Sanat, Bilim ve Tarih alanında tamamladı. Son yıllarda pratiğine bağımsız küratör olarak devam eden ve insan/teknoloji ilişkileri üzerine danışmanlık veren Fredo, 2015 yılında Belçika’daki yayın kuruluşu VRT’ye danışmanlık etmeye başladı. “Hello, Robot” sergisinin Design Museum Gent ayağında danışman küratör olarak görev aldı. “Artificial Stupidity” başlığını taşıyan ve teknolojiyle ilişkimizi konu edinen son kitabı, mekanikten ziyade insancıl olmamıza yarayacak, neşeli ve kişisel on kural önerisinde bulunuyor. Marlies ve Fredo, sizi misafir etmekten çok mutlu olduğumu tekrar ifade etmek isterim. Şimdi sizi sergiyi yorumlamak üzere sohbete davet ediyorum, buyrun başlayalım!
M.W.: Çok teşekkürler, Necmi. Biz de burada olmaktan çok mutluyuz. Merhaba Fredo! Ben öncelikle :mentalKLINIK ve Fredo ile nasıl tanıştığımızdan, bizi bu buluşmada bir araya getiren süreçten bahsetmek isterim. :mentalKLINIK sanatçı ikilisini, MAK Nite Lab programı dahilinde bir performans işi üretmeleri için 2013 yılında Viyana’ya davet etmiştim. “Freshcut” adını taşıyan işleri, bence Borusan Contemporary’de robot süpürgelere yer verdikleri bu yerleştirmeyle kimi benzerlikler taşıyordu: oldukça mekanik ama bir o kadar insancıldı; olup biteni takip etmek üzerine kuruluydu ve tam bir gösteriydi. Kendileriyle o zamandan beri dost ve iş arkadaşıyız. Fredo’yla ise, az önce bahsedilen ve otomasyon meselesini irdeleyen “Hello, Robot” sergisi için Amelie Klein ve Thomas Geisler ile çalıştığımız 2016 yılında tanıştık. Bu konular üzerine konuşmaya ve yeni şeyler öğrenmeye devam etmek büyük bir keyif.
F.S.: Davetiniz için teşekkür ederim. Marlies’in de bahsettiği gibi, kendisiyle 2016 yılında tanıştık. Tuhaftır; Brüksel doğumlu olan veya Brüksel merkezli çalışan, ilgi çekici insanlarla hep Viyana üzerinden tanışmak gibi bir eğilimim var. :mentalKLINIK’i de tanımıyordum, çalışmalarını yarı zamanlı olarak Brüksel’de sürdürdüklerini yeni öğrendim. Radarımda belirmeleri için yollarının bir şekilde Viyana’dan geçmesi gerekmiş.
M: Sanırım Roomba akıllı süpürgeler, “robot”un ne anlama geldiğini bulmaya çalıştığımız günlerde de sohbetlerimizin bir parçasıydı. 2016’dan bu yana robotlara dair fikrin değişti mi? Robot nedir, ne yapabilir; yeni bilgiler edindin mi?
F: Aslında edindim diyemem. Ben robotlardan çok insan olmanın ne anlama geldiğiyle ilgileniyordum. Akıllı makinalara elbette hala hayranlık besliyorum ama insanlar olarak birbirimizle ve makinalarla kurduğumuz ilişkiden bahsetmek benim için artık daha önemli. 2016’da “Hello, Robot” sergisi için çalışmaya başladığımız ilk dönemlerde, Amelie ve sen “Robotlara karşı mıyız, değil miyiz? Eleştirel mi yaklaşmalıyız? Bu makinalar çok akıllılar, direnmeli miyiz?” diye tartışıyordunuz. Ben ise Hızlandırmacı felsefeye yakınım; yeniliklere her şeyimle varım! O günlerde mücadele ettiğimiz şey, esasında robotlara karşı kendi davranış veya karşıtlıklarımızdı. Kitabımda geçen bir cümleyi tahtaya yazmıştık: “Müphemliği benimse”. O benim için gerçekten önemli bir cümleydi, hala de öyle. Kendime söyleyip durduğum bir şey.
M: Bu öneri bana gerek makinalar gerekse insan olmak bakımından çok da anlamlı geliyor. Bizler de müphem varlıklarız, tıpkı :mentalKLINIK tarafından, insanların ev ve ofislerindeki ekranlardan izlemeleri için üretilmiş olan ve dolayısıyla benim de yalnızca çevrimiçi olarak görebildiğim bu yerleştirme gibi. 7/24 devam eden bu yerleştirmede, Roomba olarak bildiğimiz robot süpürgelerin sergi mekanına dağılmış simleri toparlamaya çalışmasını izliyoruz. Robotların hareketleri bezemeleri anımsatan türlü biçimler türetiyorlar. Bu işleyiş, izlemediğimiz anlarda dahi sürekli olarak devam ediyor. Dürüst olmam gerekirse, çevrimiçi sergilere karşı epey karışık duygular taşıyorum ama bu sergi ilginç bir hibridi temsil ediyor: fiziksel bir mekanda, gerçek ekipmanlarla hakikaten var olan bir sergi bu. Fakat mekanın içine giremiyor, yalnızca bir gözetim sistemi aracılığıyla izleyebiliyorsunuz. Peki bu eylem insanı nereye yerleştiriyor? Nitekim ben çoğunlukla ve giderek artan şekilde, gözetlenenin bizler olduğumuz hissine kapılıyorum; tıkladığım her bağlantıda, girdiğim her internet sayfasında bana ait veriler toplanmış oluyor. Oysa burada, makinaların işlerini yapışını izleyenler biziz. Bu bizim adımıza, insan ya da “yapay aptal” olmak anlamında ne söylüyor?
F: Öncelikle sana sormak istediğim bir soru var, Marlies. Sen bu sergiyi “gerçek hayat”ta görmek ister miydin?
M: O amaçla üretilmiş bir iş değil. Onun için… hayır. Belirli bir açıya ihtiyacım var. Panoptikon bir açıdan izlenmek üzere tasarlanmış; mekanın tam orta noktasındaymışız gibi...
F: İlginç; pek çok dijital ya da hibrid sergi izledim fakat bu gerçek hayatta görmeyi istemediklerimden. Sunulduğu şekliyle izlemekten gayet memnunum. Galeri mekanında bulunarak edineceğim izlenimin, şimdiki kadar ilginç olmayacağına da eminim. CCTV kamera açısını beğeniyorum, ki bunun veri kapitalizmine göz kırptığı aşikar.
M: Roomba’lara epey hayran olduğumu kabul etmeliyim. Aslına bakarsan, MAK olarak yakın zamanda tasarım ekibi automato.farm’ın bir işini koleksiyonumuza aldık. Sanırım onları sen de tanıyorsun. Objective Realities (Nesnel Gerçeklikler) adını taşıyan bir VR (sanal gerçeklik) projesi ürettiler. Bir Roomba’ya, tavan pervanesine veya prize dönüşebiliyor, dönüştüğün nesneye göre de çevre ile etkileşebiliyorsun. Nitekim priz bir güç kaynağı, tavan pervanesi ise mekanı tepeden görüyor ve eşyaları uçuşturma yetisine sahip. Roomba’nın ise bambaşka bir perspektifi var; daima ortalıkta dolanıyor. Bu VR projesiyle öne sürdükleri, başka bir gerçekliğin içine girme, nesnelerin “hissettiklerini” algılama ve bu nesnelerin insanlaşması gibi fikirleri gerçekten ilginç buluyorum. :mentalKLINIK’in bizim olmadığımız bir mekanda dolanan Roomba’larla kurduğu bu yerleştirmeyi izlerken, acaba bu süpürgeler bir sanat performansına dahil olduklarını fark ediyorlar mıdır; böylesi bir işlev bir odayı temizlemekten daha mı anlamlı bir iştir, diye epey düşündüm. Şahsen yaptıkları işin özel bir görev olduğunu düşünmek istiyorum; sanatçıların sanat üretmesine yardımcı oluyorlar.
F: Sanat yapıtını bizimle aynı perspektiften görebilecekleri bir olanak yaratmak, dürüst bir tavır olmaz mıydı? Bence oldukça adil bir soru bu. Güzel bir şeyi yaratan onlar, o şeyin tadını çıkaranlar ise bizleriz. Burada da aynı ilişki geçerli. Kendimizi makinalarla aynı düzeyde görmeyi hala başaramıyoruz. Öte yandan, makinaların esiriyiz.
M: Doğru. Şöyle bir soru da çıkıyor ortaya; acaba makinalarla artan etkileşimimiz sonucunda insanlığımızı gerçekten yitiriyor muyuz? Ben öyle olduğunu sanmıyorum ama, senin bu konudaki fikrin nedir?
F: Günün sonunda makinanın yaptığı şeyin, gücün kontrolünü yeniden düzenlemek olduğuna eminim. Biz insanlar da kontrolü elinde tutmayı seviyoruz. Güce, güç yapılarına ve teşkilatlarına tutkunuz; güce dair hikayeler anlatıyoruz. Bu doğada da görebildiğimiz bir olgu ama orada bir kavram olarak yer almıyor. Bana kalırsa, bize güç katmaları bakımından makinalar daha da insan olmamızı sağlıyor. Bu anlamda makinalara, özellikle de ayakkabılar ya da dijital olmayan eski saatler gibi eski usul makinalara karşı bir aşk besliyorum. AI (Yapay Zeka) geliştiren bir profesör ile ilginç bir diyaloğumuz olmuştu. “Kahvenizi nasıl yapıyorsunuz?” diye sormuştum. Bana kahve hazırlama süreciyle ilgili uzun bir cevap vermiş, uzun uzadıya espresso makinasınden bahsetmişti. O makinaya bayıldığı belliydi. Sonra ben kendi kahve ritüelimi anlattım ki, benimkisi dijitallikten büsbütün uzak bir yöntem.
M: Analog-kahve yapıyorsun yani, ne hoş.
F: Evet. Ve bunu özellikle yapıyorum çünkü bu sürece herhangi bir elektronik veya akıllı cihaz, bilhassa da AI aracılık etmesin istiyorum. Bu benim kendime ayırdığım bir an, dolayısıyla bu süreci bilişselleştirecek hiçbir şeye gerek yok. Zaten makinaların esas etkisini de, günlük hayatın bu gibi küçük ritüelleri sayesinde seçebiliyorum. Hayatlarımızı nasıl düzenlediklerinin farkında olmak ilginç: etrafımızda bu makinalar olduğu müddetçe insan olabiliriz. Profesör, AI’a karşı olduğumu düşünmüştü. Oysa, konunun yalnız AI, veri kapitalizmi ya da Roomba’lardan ibaret olmadığını ifade etmek amaçlı bir metafordu benimkisi; olduğumuz şeyin varlığını gösterebilmemiz için, makinalara duyduğumuz ihtiyaca dair bir örnekti. Bu nedenle, sorunun yanıtı: hayır.
M: Çok güzel açıkladın. Ve kesinlikle haklı olduğunu düşünüyorum. Next Nature Network’ün, The Pyramid of Technology (Teknoloji Piramidi) adlı işini hatırla: esasında tarihin başından beri, ateş, tarım veya ampulün icadı gibi türlü teknolojilerle yaşadığımızı gözler önüne seriyordu… Zaman içinde teknoloji daha dijital, akıllı veya karmaşık hale geldi ama onunla hep bir ilişki içindeydik. Hem dostum hem de meslektaşım olan Paul Feigelfeld bir keresinde “Zeka her zaman yapaydı” demişti. Ona göre, fikir yürütmek, matematiği icat etmek, sayılarla düşünebilmek için hep teknolojiden yardım almıştık. Bana kalırsa teknoloji, soyut kavramların geliştirilmesi kadar günlük işler açısından da çok önemliydi. Gelgelelim, bir habis soruna da yol açtı. Bildiğimiz gibi habis sorun derken, başka sorunları doğuran; çözümün parçası olsa da, önceden duyulmamış yeni sorunları beraberinde getiren bir kavramdan bahsediyoruz. Bu sorunsal, özel ve profesyonel hayatı çok ilginç hale getiriyor. Dolayısıyla şunu sormalı: kendi yarattığımız ve bizi çevreleyen bu yapay aptallıkla nasıl başa çıkabiliriz? Belki kitabına referansla konunun içyüzünü anlamamıza yardımcı olabilirsin.
F: Herşeyden önce, belirli bir medya okuryazarlığı seviyesinde olmak önemli. Dijital dünyada yolunu bulmak büyük bir zorluk. Hala medya alanında çalışıyor olmamın nedenlerinden biri, medya ekosistemini, sunulan şeyin parçası olarak bir yönlendirmede bulunmanın elzem olduğuna ikna etmeye çalışmak. Çünkü insanlar kaybolmuş haldeler. Ben şahsen, büsbütün kayıp durumdayım. Tabii, ben kaybolmaya bayılan biri olduğum için bunda bir sorun yok. Aslına bakarsan, insanların büyük kısmı kaybolmaktan keyif alıyor, onlar buna “tatil” diyorlar: bir miktar para biriktirince, kontrolü nihayet elden bırakacakları tatillere çıkıyorlar. Yine de, yönlendirilmek insanlar için büyük bir gereksinim ve kestirme denen buluşsal yöntemleri kullanmanın bu gereksinime olumlu etkisi olduğunu görüyorum. Bu yöntem, gerçekten karmaşık durumları, basit cümlelere dökmeye dayanıyor. Bu cümleler, durumları birebir nitelemiyorlar fakat meselenin pürüzlerini veya habisliğini aşmaya yarıyorlar. “Frizbi” konulu makaleyi hiç okumuş veya videosunu izlemiş miydin?
M: Hayır. İzlemeli miydim??
F: Kestirme kavramının temel prensiplerini açıklayan kısa bir video bulmaya çalışacağım ama önce anlatayım. Kestirmeler, dediğim gibi durumların salt gerçekliğini veya karmaşıklığını hiçbir biçimde tarif etmeyen ama bu karmaşada yolunuzu bulmanızı sağlayan temel kuralları saptamanın basit bir yolu. Kendi adıma bunu anlamanın en iyi yolu, sahilde bir frizbiyi yakalamaya çalışan bir köpek örneğine bakmak. Robot bir köpek ürettiğimizi hayal edin; sonra köpeğin havadaki frizbiyi takip edebilmesi için gereken hesaplamaların miktarını düşünün; ortamdaki havaya dair alıcılarından edindiği bilgiyi değerlendirmeye, uçan frizbinin üzerindeki rüzgarın etkisini tespit etmeye çalışın. Sınırlı bir beyin kapasitesine sahip bir köpek nasıl oluyor da bu denli karmaşık bir hesaplama yapabiliyor?? Kestirmeleri kullanıyor da ondan. Meselenin içinden çıkabilmek için çok basit üç temel kuraldan yararlanıyor: Birincisi, frizbiyi uçtuğu yönde anı anına takip etmek. İkincisi, gözlerini cisimden hiç ayırmamak. Üçüncüsü ise, nesneye yaklaştığı anda ağzını açarak zıplamak ve onu yakalamak. Bu üç kural, bir köpeğin karmaşık bir hesaplamayı yapabilmesi için yeterli. Benzer durumlardan kurtulmak veya zorlayıcı koşullarda yönümüzü bulabilmek için, biz de temel kurallardan yararlanabiliriz. “Müphemliği benimse” de benim kitabımın birinci temel kuralı. Hatta kendimizi makinalara aşık olmaya hazır etmeli, bunu yaparken tehlikelere karşı temkini elden bırakmamalıyız. Sonuçta bıçak sırtı bir konu bu, öyle değil mi? Diğer temel kural ise, kendi dikkatiniz. Bu minvalde aşikar hale gelen şeylerden biri de, yaşadığımız düzenin bir dikkat ekonomisi olduğu. Bundan ne kadar bahsedersek bahsedelim, kendi dikkatimize değer biçme eğiliminde değiliz. Bu dikkati kurumlara, ekranlara, pazarlama gibi endüstrilere bahşediyoruz. Çok tuhaf ama bir şekilde, “pekala, bizim dikkatimize değeri siz biçin” demişiz. Dolayısıyla bu gibi temel kurallar zorlukların farkında olmamıza ve medya okuryazarlık seviyemizin artmasına yardımcı oluyorlar. Ama elbette, bu sadece bir başlangıç.
M: Kesinlikle. Dijital okuryazarlık veya medya okuryazarlığı can alıcı bir mesele, bilhassa dijital dünya ve makinaların politik alanı söz konusu olduğunda. Sistemlerin gözetleme yoluyla, verileri ve akıllı makinaları kullanarak neler yapabileceklerini düşününce, insanların bu konuyu okumaları, internet ya da dijital teknolojilerden yararlanarak kendilerini bilgilendirmeleri, nereye bakacaklarını ve nasıl bir yol seyredeceklerini bilmeleri daha da önem kazanıyor. Bana kalırsa, dünyada birkaç yıl öncesine kadar mevcut olmayan bir farkındalık gelişti. Örneğin Twitter’da, kimi popüler kişilerin görüşleri “bu bilgi doğru olmayabilir” veya “bu bilgi teyit edilmemiştir” diye işaretleniyor. Ben bu gelişmeyi, kullanıcıların dijital dünyada yollarını bulmalarına yardımcı olması bakımından çok değerli buluyorum.
F: Evet, ben de gerçekliğin böyle sorgulanmasından oldukça memnunum. Eski usul gerçeklik kavramının pek hayranı sayılmam. Sanırım :mentalKLINIK’le de bu bakımından bağ kuruyorum. Gerçeklik, kimi zaman yapay olandan daha yüzeysel. Ama katılıyorum; bilgilerin teyidi, politik kurumlar açısından, gerçekten yerinde bir denetim gibi görünüyor.
M: Alternatif olan bir gerçeklik kavramıyla neyi kastettiğini anlıyorum. Bu yerleştirme işi de bize Roomba’ların dolaştığı başka bir yer olduğunu gösteriyor. Elbette bu iş için insan eliyle programlanmışlar ama sonuçta, sanatçıyı bedavaya bir iş gücüyle destekliyorlar. “Hello, Robot” sergisini hazırlarken bu konuyu aramızda çok konuşmuş, kendimize “Acaba bu makinaların esiri miyiz, yoksa onlara ücretsiz iş gücü gözüyle mi bakıyoruz?” diye sormuştuk. Bana kalırsa öyle. “Bir sanat kurumu tüm bu mevzuları nasıl değerlendirir? Teknolojinin yapabileceklerini nasıl sergilemek gerekir?” diye düşünürsek örneğin, çok karmaşık, tematik parkurlara mı yoksa :mentalKLINIK’in de yaptığı gibi çok şiirsel ve oldukça basit bir yola mı başvurmalıdır? - Basit derken, işin teknolojik anlamda basit olduğunu değil, dört öğeden oluştuğunu kastediyorum: mekan, Roomba’lar, sim ve bir gözetleme sistemi var. Sanat ve teknolojinin ortak rolü bakımından neler söyleyebiliriz?
F: Bu noktada aşılması gereken büyük bir güçlük olduğu belli. Nitekim sanatçılar ve küratörler olarak, özellikle de bu yıl, birbirimizle konuşabilmek veya bir yerleştirme işini deneyimlemek için ekranlarımıza yakın kalmak durumundaydık. Oysa ekranlarımızdakileri, dijital ekonominin aynı alışkanlık ve değerleriyle görüp değerlendiriyoruz. Bir yerleştirmeyi ne kadar beğensem de, UX (kullanıcı deneyimi) alıştığım gibi olmuyor. Bu noktada birden bire, kullanıcı deneyimi üzerine düşünme gereği doğuyor. Üzücü olan, pek çok insan, kendine sunulmuş “en iyi deneyim”i tekrar etme beklentisi içinde. Netflix ve Spotify gibi mecraları tecrübe ettikten sonra, bir galeriden de aynı geri bildirimde bulunmasını bekliyorlar, ki bu haksızlık.
M: Bence de öyle. İzolasyon sürecinin başında bu bizim için de epey zorlayıcı bir durumdu; “Peki şimdi ne yapıyoruz? Çevrimiçi bir sergi nasıl olmalı?” diye çok düşündük. MAK olarak öğrendik ki, bazı sergiler sanal olarak gösterilebilecek çok sayıda malzemeye sahip; bir küratörü sergi gezerek anlatırken videoya almak, bunu dijital bir deneyim olarak değerlendirmek mümkün. Sergiyi gezmek ile aynı şey değil ama bunları üretme nedenimiz başka; müzeyi kapatmamız gerektiğinde devreye girecek olan destekleyici önlemler bunlar. Yapılabilecek bir diğer şey ise, bütünüyle dijital olan ve zaten ekran üzerinde var olan işler üreten sanatçılara yer vermekti. Öyle olunca, dijital sergi fikri makul geliyor. Tekrar ediyorum; bence :mentalKLINIK’in bu işi hibrid yapısı bakımından çok ilginç ve başka hiçbir şekilde sergilenemezdi. Dolayısıyla, bu yerleştirmeyi sürekli olarak izliyor olmamız son derece normal. Az önce sen de saatlerden bahsettin; zaman giderek daha akışkan bir hale evriliyor. Halbuki galeri mekanlarının çalışma saatleri olması, yani bir sergiyi ancak haftanın belli günlerinde belli saatler arasında ziyaret edebiliyor olmamız, zamanı çok da sorunlu hale getiriyor. Onun için, sabahın 4’ünde Roomba’ların ne yaptığına, nasıl bir bezeme ortaya çıkardığına göz atma imkanı veren bu 7/24 fikrini ilginç buluyorum.
F: Bu arada, ben bu “7/24” deyişini gerçekten çok seviyorum. :mentalKLINIK’in sergi broşürü, tüm nesneleri, malzemeleri ve sanatçıları tarif etmesi bakımından gayet geleneksel bir broşür; eski dünyanın bir yansıması gibi, yerleştirmenin kim için üretildiğini açıklıyor. Fakat bu broşürde gerçekten ilgimi çeken bir cümle geçiyor: “farklı görsel tecrübelerin mayalandığı bir alan”. Nitekim sözkonusu olan, gerçekten de 7/24 cereyan eden bir ekosistem; herşeyden ziyade ikinci bir doğa gibi. Biz insanlar doğrusal zaman kavramına karşı bir saplantı besliyoruz. Uzayı ve yerküreyi bu döngüsel zaman olgusuna göre düzenlemişiz. O yüzden bu “mayalanma” fikri çok güzel.
M: Evet, tıpkı fermantasyon sürecinde olduğu gibi, sergi de başka bir şeye dönüşerek yeni bir hayat kazanıyor. Benim de çocukken paralel bir dünya fikrine karşı bir takıntım vardı, tuhaf bir şekilde hala da var. Yakın zamanda bu konuyu araştırıyordum; “Gezegen B Yok” diye bir söylem var. Aslında eski Yunanlar, tıpkı dünyaya benzeyen ama apayrı bir yerde bulunan bir “Karşı-Dünya” fikri atmışlar ortaya. Antichthon denilen bu dünyanın insanları, bizimle aynı anda aynı şeyleri yapıyorlar ama aramızda hiçbir etkileşim olmuyor. Başka bir dünya olması fikrini, eskiden hayal ettiğim ve :mentalKLINIK’in yerleştirmesiyle yeniden hayal eder olduğum makinaların gizli hayatları anlamında gerçekten enteresan buldum. Bu otonom dünyayı ve izlemediğimiz anlarda orada neler olup bittiğini düşünüyorum. Yani, 7/24 izleyebiliyoruz ama belki de çok farklı gelişebilecek bir dünya bu.
F: Karşı-Dünya fikri ilgi çekici. Ama şunu merak ettim; neden paralel gerçekliklere takıntılısın?
M: Bilmiyorum aslında, tam bir açıklaması yok. Paralel dünyalar babında, sanat dünyası oldukça iyi bir örnek teşkil ediyor diye düşünüyorum, zira bir baloncuğun içinde yaşadığımız yönünde bir sav var, ki bu çoğunlukla doğru; sanatın dünyası bizi güven ve keyifle sarmalıyor. Bu korunaklı durum, bazen dünyada olup bitenleri bilmekten alıkoyuyor ama baloncuğun ötesine geçmeyi giderek daha sık deniyoruz. Paralel dünya fikrini, bazı şeylerin nasıl daha farklı gelişmiş olabileceğine dair bir düşünce deneyi olması bakımından çok seviyorum. Aslında aldığımız her kararla alternatif bir gerçeklik geliştiriyoruz, akıllı sistemler bunu hep yapıyorlar. Herhangi bir kararı uygulamadan önce, belki binlerce paralel dünya hesap ediyorlar. Bilgisayarlar örneğin, 20 bin adım ilerisinde sonucun ne olacağını görebiliyor ve en randımanlı olması muhtemel yolu seçiyorlar. Biz insanlar bunu yapabilme yetisine sahip değiliz. Paralel dünyalar geliştirme fikri bu bakımdan çok etkileyici, öyle değil mi?
F: Bu soruyu sormamın nedeni, sanatçılardan ne beklediğimiz konusunda kendimle çelişiyor olmam. Sanatçılardan, :mentalKLINIK’in görsel izlenimler türeten Roomba’larla 7/24 süren bu sergisinde olduğu gibi, paralel dünyalar yaratmalarını mı bekliyoruz? Yoksa, bilhassa bu kritik seneyle birlikte, düşüncelerini gerçek dünyaya çevirip, onunla daha sıkı bir etkileşime girmelerini veya kültürel kurumların paralel dünyasında daha az kaybolmalarını mı bekliyoruz? Bu noktada bir çelişki yaşıyorum.
M: “Müphemliği benimse”, Fredo. Ancak bunu söyleyebilirim…
N: Fredo’nun bu son sorusu ya da yorumu son derece çekici. Sanırım, konuşulması en gerekli meselelerden biri bu, Marlies. Bu konuda kısa bir bilgi verebilirsen çok sevinirim, zira odaklanmak istediğim şey tam olarak buydu.
M: Elbette. Sanat dünyasının paralel bir dünya kurması mı, yoksa gerçek dünya sorunlarıyla ilgilenmesi mi gerekir diye ben de devamlı düşünüyorum. Sizin de belki bildiğiniz gibi, şu sıralar MAK’ta yeni Vienna Biennale için çalışıyoruz. Otomasyon, AI, dijital sistem ve teknolojilerin değer kavramları ve etiği gibi meselelerin ardından, iklim değişikliği, iklimin ve gezegenimizin korunması konularına eğildik. Devam eden pandemiyle beraber, :mentalKLINIK’in de bir röportajında dile getirdiği, teknolojik gözlem ve veri toplama çılgınlığı gibi olgular ışığında, sanatın bu gelişmelere bir yorum getirmesi mi gerekir, diye mühim bir soru beliriyor. Sanat bizi, bu sistem ya da sorunlara karşı koyabileceğimiz; krizlerin, mutlak farklılıkların ve politik meselelerin derhal üstesinden geleceğimiz spekülatif bir dünyaya mı götürmelidir? Yoksa düşüncelerimizi gerçek dünya sorunlarından uzaklaştırıp, ahenkli, güzel şeylere çekmeye mi yaramalıdır? Sanırım ben bu spekülatif veya kurgusal yaklaşımı çok seviyorum çünkü sanat dünyasındaki ve haricindeki insanları beklemedikleri, sert, distopik ya da gülünç olan, aynı anda yaşadığımız koşullara da ayna tutan bir şeyle yüzleştirdiğinizde sosyal ve politik açıdan muazzam bir etki yaratılabiliyor. Ve belki de bu, insanları gerçek bir dünya sorunu konusunda harekete geçmeye iten şey oluyor.
N: Fredo, kuşkucu bir ifaden olduğunu görüyorum; eklemek istediğin bir şey var mı?
F: Sanatçıların dünyasına ve sosyo-ekonomik, politik durumlara ilişkin tek bir kolay çözüm yolu olmadığı net. Marlies, biraz önce değindiğin, Gezegen B’nin var olmadığı fikrine karşılık bir şey söylemek istiyorum. Seslerini yükselten ve ayağa kalkan genç kalabalığın karton dövizlerde yazan sloganlardan hepimiz keyif almışızdır diye tahmin ediyorum. Bunların arasında bir tanesi gerçekten ilgimi çekmişti; “İklim Değişikliği” değil, “Sistem Değişikliği” diyordu. Kimi zaman kültürel kurumların esas önemli olan sistematik değişim meselesine odaklanmadıklarını ya da bu odağı kaybettiğini düşündüğüm oluyor.
M: “Climate Care” adlı, “Reimagining shared planetary futures” (Ortak gezegen geleceklerini yeniden düşünmek) alt başlığını taşıyan gelecek sergimizde bu konu üzerine çalışmaya gayret ediyoruz. Sistemleri de üretim gibi döngüsel biçimde düşünmenin yollarını arıyor, iklimin toplumsal ve ekonomik değişime sıkı sıkıya bağlı olduğunu iletmeye çalışıyoruz. Suç bireyde değil, sistemde ama biz bireyler kolektifler oluşturarak bir şeyler yapabiliriz. Bu elbette çok karmaşık bir iş. Teknoloji konularında, sisteme karşı bireyin güçsüzlüğü aksettirilir hep. :mentalKLINIK de bir röportajında Facebook, Google, Amazon gibi büyük şirketlerden bahsediyordu… Genç bir tasarımcı topluluğunun King GAFA adlı bir işi var. Adını, Google, Amazon, Facebook ve Apple’ın baş harflerinden alan bu kralın ülkesinde, hasatın yerini veriler alıyor. Verilerin toplanması elbette bir sorun, fakat King GAFA’nın krallığını kendi özgür irademle sağladığım verilerle kurduğumu, bu sayede yaşayacak bir yer edindiğimi hatırlatmalıyım. Sosyal medyayı kullanıp, orada var olabilirim ama karşılığında verilerimi paylaşmam gerek. Bu karşılıklı bağı göremediğimiz için, gerçek bir sorun yaşıyoruz. Ama gerçek, analog dünyada bile söylediğimiz veya söylemediğimiz, yaptığımız veya yapmadığımız herşey ile sistemlere arka çıkıyoruz. Bunu kavraması güç. Kavgacı olmayan bir üslupta tepki vermeyi, hesap sormayı başaramadığımız zaman, sisteme arka çıkmış oluyoruz. Tüm büyük sorunlarımız bununla bağıntılı.
F: Kavramanın çok zor olduğu doğru. Ancak Yunanlara başvurarak, bu durumu anlayabilmeye yarayacak oldukça kolay hatta basit denebilecek bir yol buldum: sistemin üzerine kurulu olduğu değer yargılarına bakmak. Bu değer yargılarıyla ve onları konuşarak birbirimizle kolayca bağ kurabiliriz. Ben de pratiğim dahilinde bu değer yargılarından bahsedebilmek için daha fazla zaman, ortam ve dil sağlamaya çalışıyorum. Özgür irade dediğinde örneğin, özgürlük değerine geliyoruz, ki bunu yeniden tanımlamamız gerektiği açık.
M: Kesinlikle.
F: Aristo, Etik’i çok pratik bir şekilde ele alıyor. Eudaimonia kavramıyla, değer yargılarının, yalnızca hayata uygulanmaları halinde gerçeklik kazandığını öne sürüyor. Bu bakımdan Aristo’daki Etik, günümüzde olduğu gibi, “Yapay Zeka için bir etiğe ihtiyacımız var” deyip, profesörleri toplayıp, onlara kimsenin anlamayacağı yazılar yazdırmak ve işimizi yaptığımızı düşünmek değil; bu değerlerin günlük hayata yedirilmesi anlamını taşıyor. Evet, yaşadığımız dünya çok karmaşık. Evet, sanatçılar bu karmaşık durumları kimi zaman güzel ya da yansıtıcı yapıtlara dönüştürme kabiliyetine sahipler. Ancak, naçizane görüşüm, tüm bunları çevreleyen asıl diskur, paylaştığımız ve kendi aramızda takas ettiğimiz değerlerle ilgili olmalı.
N: Fredo, bence bu son derece güzel ve akıllıca bir sonuç. Paylaştığınız bu fikirler, işin yorumlanması bakımından çok düşündürücü, yeni yollar gösteriyor. Katıldığınız için ikinize de tekrar teşekkür ederim.